En Güçlünün Hayatta Kalması
Benny Morris eskiden beri siyonist olduğunu söylüyor. İnsanlar, Filistinli mülteciler meselesinin ortaya çıkışıyla ilgili tarihsel çalışmalarının siyonist girişimlerin altını oymaya yönelik olduğunu düşünmekle ve bu yüzden Morris’i post-siyonist[1] olarak görmekle yanılmışlar. Saçmalık, diyor Morris, bu tamamen yanlış. Ona göre bazı okuyucular kitabı yanlış yorumlamış. Kitabı, yazıldığı şekilde, aynı soğukkanlılıkla, aynı ahlaki tarafsızlıkla okumamışlar. Bu yüzden Morris’in siyonist hareketin 1948’de gerçekleştirdiği en acımasız eylemleri ortaya dökerken aslında kınayıcı olduğu ya da büyük ölçekli sürgün faaliyetlerini anlatırken suçlayıcı olduğu gibi yanlış bir sonuca varmışlar. Siyonizmin günahlarını belgeleyen bu önemli zatın aslında bu günahlarla kendini özdeşleştirdiğini kavrayamamışlar. Ya da en azından bazı günahların kaçınılmaz olduğunu düşündüğünü.
İki yıl önce farklı sesler duymaya başladık. Radikal bir solcu olarak görülen bir tarihçi, birdenbire İsrail’in etrafta muhatap alacağı kimse olmadığını savunmaya başladı. İsrail düşmanı olmakla suçlanan (ve İsrail’deki akademik çevreler tarafından boykot edilen) bu araştırmacı, İngiliz The Guardian gazetesinde İsrail lehine makaleler yayınladı.[2]
Yurttaş Morris’in bembeyaz bir güvercin olmadığı ortaya çıkarken, tarihçi Morris Righteous Victims: A History of the Zionist-Arab Conflict, 1881-2001 (“Erdemli Mağdurlar: Siyonist-Arap Çatışmasının Tarihi, 1881-2001”) adlı devasa eserinin İbranice çevirisi üzerinde çalışmaya devam etti. Ve aynı zamanda tarihçi Morris, İsrail’den nefret edenlerin elini güçlendirecek olan mülteci sorunuyla ilgili kitabının yeni versiyonunu tamamladı.[3] Böylece son iki yılda vatandaş Morris ve tarihçi Morris, sanki aralarında hiçbir ilişki yokmuş gibi, sanki biri diğerinin yok etmekte ısrar ettiği şeyi kurtarmaya çalışıyormuş gibi hareket ettiler.
Morris kısa boylu, tombul ve gergin biri. İngiltere’den gelen göçmen bir ailenin oğlu olarak Ayn Hehuriş adlı kibbutzda doğdu ve solcu bir gençlik hareketi olan Hashomer Hatza’ir’in üyesiydi. Geçmişte Jerusalem Post gazetesinde muhabirlik yaptı ve işgal edilmiş topraklarda askerlik yapmayı reddetti.[4] Şu anda Beerşeba’daki Negev Ben-Gurion Üniversitesi’nde tarih profesörü. Ancak Kudüs’teki evinde koltuğunda otururken, temkinli bir akademisyen kisvesine bürünmüyor. Tam tersine: Morris kelimelerini hızlı ve enerjik bir şekilde ortaya saçıyor, bazen de İngilizceye kayıyor. En keskin, en şok edici ve siyaseten uygun olmayan ifadeleri kullanırken dahi iki kez düşünmüyor. Korkunç savaş suçlarını anlatırken üstünkörü geçiyor, dudaklarında bir gülümsemeyle kıyamet tabloları çiziyor. Karşısındaki kişide, Siyonist Pandora’nın kutusunu kendi elleriyle açan bu tedirgin bireyin, kutunun içinde bulduklarıyla baş etmekte hala güçlük çektiği, kendisinin ve hepimizin kaderi olan iç çelişkilerle başa çıkmakta hala zorlandığı hissini uyandırıyor.
Benny Morris Ela Vadisi’ndeki evinde – [Fotoğraf: Yanai Yechiel]
Tecavüz, katliam, nüfus transferi
Sayın Morris, önümüzdeki ay Filistinli mülteciler meselesinin ortaya çıkışına ilişkin kitabınızın yeni baskısı yayınlanacak. Kitaptan kim daha az memnun olacak: İsrailliler mi yoksa Filistinliler mi?
Gözden geçirilmiş haliyle kitap iki ucu keskin bir kılıç. Kitabın orijinalini yazdığımda elimde olmayan ve çoğu İsrail Savunma Kuvvetleri Arşivi’nde bulunan pek çok belgeye dayanıyor bu yeni baskı. Bu belgeler, İsrail’in daha önce düşündüğümden çok daha fazla katliam yaptığını gösteriyor. Şaşırtıcı bir şekilde, çok sayıda tecavüz vakası da var. Nisan-Mayıs 1948’de, Haganah (IDF’nin öncüsü olan devlet öncesi savunma gücü) birliklerine, Filistinli köylülerin kökünü kazımaları, onları sürmeleri ve köyleri bizzat yok etmeleri gerektiğini açıkça belirten operasyon emirleri verilmiş.
Aynı zamanda, Arap Yüksek Komitesi ve Filistinli orta düzey yetkililer tarafından çocukların, kadınların ve yaşlıların köylerden çıkarılması için bir dizi emir verildiği görülüyor. Böylece kitap bir yandan Siyonist tarafa yönelik suçlamaları güçlendirirken, diğer yandan da köyleri terk edenlerin çoğunun bunu bizzat Filistin yönetiminin teşvikiyle yaptığını kanıtlıyor.
Yeni bulgularınıza göre, 1948 yılında İsraillilerin sorumlu olduğu kaç tecavüz vakası yaşanmış?
Yaklaşık bir düzine vaka var. Akka’da dört asker bir kıza tecavüz ettikten sonra onu ve babasını öldürmüş. Yafa’da Kiryati Tugayı askerleri bir kıza tecavüz etmiş ve birkaç kıza daha tecavüz etmeye çalışmış. Celile’deki Hunin’de iki kıza tecavüz edilmiş ve ardından bu kızlar öldürülmüş. Hayfa’nın güneyindeki Tantura’da bir ya da iki tecavüz vakası meydana gelmiş. Ülkenin merkezindeki Kula’da bir tecavüz vakası yaşanmış. Ramle bölgesindeki Kibbutz Gezer yakınlarındaki Ebu Şuşa adlı köyde bulunan dört kadın mahkumdan biri birkaç kez tecavüze uğramış. Başka vakalar da var. Genellikle birden fazla asker olaya karışıyor ve bir ya da iki Filistinli kız mağdur oluyor. Vakaların büyük bir kısmında olay cinayetle sonuçlanıyor. Ne mağdurlar ne de tecavüzcüler bu olayları rapor etmek istemedikleri için, rapor edilen ve benim bulduğum bir düzine tecavüz vakasının hikayenin tamamı olmadığını varsaymak zorundayız. Bunlar buzdağının sadece görünen kısmı.
Bulgularınıza göre, 1948 yılında İsrail’in gerçekleştirdiği katliam sayısı kaç?
Yirmi dört. Bazı vakalarda dört ya da beş kişi infaz edilirken, bazılarında bu sayı 70, 80, 100’ü bulmuş. Ayrıca çok sayıda keyfi öldürme de söz konusu. İki yaşlı adam bir tarlada yürürken görülüyor ve vuruluyorlar. Terk edilmiş bir köyde bir kadın bulunuyor ve vuruluyor. El Halil bölgesindeki Devayime köyünde olduğu gibi, bir birliğin köye silahlarla girip hareket eden herkesi öldürdüğü vakalar da var.
En kötü vakalar Saliha (70-80 ölü), Deyr Yasin (100-110), Lod (250), Devayime (yüzlerce) ve belki de Ebu Şuşa (70). Tantura’da büyük çaplı bir katliam yapıldığına dair kesin bir kanıt yok, ancak burada da savaş suçları işlenmiş. Yafa’da şimdiye kadar hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir katliam yapılmış. Aynısı kuzeydeki Arab el Muvasi’de de yaşanmış. Katliam eylemlerinin yaklaşık yarısı Ekim 1948’de, kuzeyde gerçekleştirilen Hiram Harekatı’nın bir parçası: Safsaf, Saliha, Ciş, Aylabun, Arab el Muvasi, Deyr el Esad, Mecdel Kurum, Sasa. Hiram Harekatı sırasında insanların bir duvar dibinde ya da bir kuyunun yanında sistemli bir şekilde infaz edilmesi alışılmışın dışında, oldukça fazla sayıda gerçekleşmiş.
Bunun tesadüf olması mümkün değil. Burada bir örüntü var. Görünüşe göre, operasyonda yer alan çeşitli subaylar, aldıkları sınır dışı etme emrinin, halkı yıldırmak ve göçe zorlamak için bu eylemleri yapmalarına müsaade ettiğini düşünmüşler. Ayrıca biliyoruz ki, bu cinayetlerden dolayı hiç kimse cezalandırılmadı. Ben-Gurion meseleyi kapattı. Katliamları yapan subayların yaptıklarını örtbas etti.
Bu arada zannediyorum Hiram Harekatı sırasında kapsamlı ve açık bir sürgün emri verildiğini söylüyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?
Evet. Kitaptaki ifşaatlardan biri de 31 Ekim 1948’de Kuzey Cephesi Komutanı Moshe Carmel’in Arap nüfusun bölgeden uzaklaştırılmasını hızlandırmak için birliklerine verdiği yazılı emirdir. Carmel bu emri Ben-Gurion’un Nasıra’daki Kuzey Komutanlığı’nı ziyaretinden hemen sonra veriyor. Bu emrin Ben-Gurion’dan geldiğine dair hiçbir şüphem yok. Tıpkı Yitzhak Rabin tarafından imzalanan Lod şehrine yönelik tehcir emrinin Ben-Gurion’un Temmuz 1948’de Dani Harekatı’nın yönetildiği karargahı ziyaretinden hemen sonra verilmesi gibi.
Ben-Gurion’un kasıtlı ve sistematik bir toplu sürgün politikasından şahsen sorumlu olduğunu mu söylüyorsunuz?
Nisan 1948’den itibaren Ben-Gurion bir sürgün mesajı veriyor. Yazılı olarak verdiği açık bir emir yok, düzenli ve kapsamlı bir politika yok ama bir nüfus transferi atmosferi var. Transfer fikri havada hissediliyor. Tüm komuta kademesi asıl amacın bu olduğunu biliyor. Subay kadrosu kendilerinden ne istendiğini anlıyor. Ben-Gurion döneminde nüfus transferi konusunda bir fikir birliği tesis edildiğini söyleyebiliriz.
Ben-Gurion bir “transfer yanlısı” mıydı?
Elbette. Ben-Gurion transfer taraftarıydı. İçinde geniş ve kendisine düşman bir Arap azınlığın bulunduğu bir Yahudi devletinin olamayacağını anlamıştı. Böylesi bir devlet söz konusu olamazdı. Var olması mümkün değildi.
Ben Gurion’u kınıyor gibi görünmüyorsunuz.
Ben-Gurion haklıydı. Eğer bunu yapmasaydı, bir devlet kurulamayacaktı. Bu çok net. Bu gerçekten kaçmak mümkün değil. Filistinlilerin kökleri kazınmasaydı, burada bir Yahudi devleti kurulamazdı.
Haziran 1948 tarihli bu fotoğrafta, Ürdün’e tehcir edilen Tantura halkı görülüyor. [Fotoğraf: Benno Rothenberg/Meitar Koleksiyonu/İsrail Ulusal Kütüphanesi/Pritzker Ailesi Ulusal Fotoğraf Koleksiyonu]
Etnik temizlik mazur görüldüğünde
Binlerce insanın öldürülmesinden, koca bir topluluğun yok edilmesinden bahsediyoruz.
Sizi öldürmeyi amaçlayan bir topluluk, sizi onu yok etmeye mecbur bırakır. Yok etmek ya da yok edilmek arasında seçim yapmak gerektiğinde, yok etmek daha evladır.
Bunu sakin bir şekilde söylemenizin ürpertici bir yanı var.
Eğer gözyaşlarına boğulmamı bekliyorsan, seni hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. Bunu yapmayacağım.
Dani Harekatı’nın komutanları orada durup Lod’dan sürülen 50.000 kişinin doğuya doğru uzun ve korkunç yürüyüşünü izlerken siz de onlarla birlikte durup izler miydiniz yani? Onları haklı mı buluyorsunuz?
Elbette onları haklı buluyorum. Motivasyonlarını anlıyorum. Vicdan azabı çektiklerini sanmıyorum ve onların yerinde olsam ben de vicdan azabı çekmezdim. Eğer böyle bir şey yapmasalardı savaşı kazanamazlardı ve bir devlet de ortaya çıkmazdı.
Onları ahlaki açıdan kınamıyor musunuz?
Hayır.
Etnik temizlik yaptılar bu insanlar.
Tarihte etnik temizliği haklı çıkaran koşullar vardır. Bu terimin 21. yüzyıl terminolojisinde tamamen negatif bir anlam taşıdığını biliyorum ama etnik temizlik ile soykırım—halkınızın yok edilmesi—arasında bir seçim yapmanız gerekirse ben etnik temizliği tercih ederim.
1948’de durum bu muydu yani?
Evet, durum buydu. Siyonizm’in yüz yüze kaldığı şartlar bunlardı. Bir Yahudi devleti 700.000 Filistinlinin kökünü kazımadan kurulamazdı. Dolayısıyla onları topraklarından söküp atmak gerekiyordu. Bu nüfusu kovmaktan başka çare yoktu. Araziyi temizlemek, sınır bölgelerini temizlemek, ana yolları temizlemek gerekiyordu. Konvoylarımıza ve yerleşim yerlerimize ateş açan köyleri temizlemek gerekiyordu.
‘Temizlemek’ terimi çok korkunç.
Kulağa hoş gelmediğini biliyorum ama o dönemde kullandıkları terim buydu. Ben de bu ifadeyi, üzerinde çalıştığım 1948’e dair belgelerinden aynen alıp kullanıyorum.
Söylediklerinizi dinlemek ve hazmetmek çok zor. Kulağa çok katı kalpli geliyorsunuz.
Gerçekten büyük bir trajedi yaşamış olan Filistin halkına sempati duyuyorum. Mültecilerin kendilerine de sempati duyuyorum. Ancak burada bir Yahudi devleti kurma arzusu meşru ise, başka seçenek yoktu. Ülkede büyük bir beşinci kol bırakmak söz konusu olamazdı. Yişuvlar, yani 1948 öncesinde Filistin’de yaşayan Yahudi toplumu, Filistinliler ve daha sonra Arap devletleri tarafından saldırıya uğradığı andan itibaren, Filistinli nüfusu kovmaktan başka çare yoktu. Savaş sırasında köklerini kazımak gerekiyordu.
Şunu da unutmayın: Arap halkı dünyanın büyük bir bölümünü ele geçirdi. Yetenekleri ya da büyük erdemleri sayesinde değil, fethettikleri, öldürdükleri ve fethettiklerini nesiller boyunca din değiştirmeye zorladıkları için. Sonuçta Arapların 22 devleti vardı. Yahudi halkının bir devleti bile yoktu. Yahudilerin tek bir devlete dahi sahip olmaması için hiçbir neden olamazdı. Dolayısıyla benim bakış açıma göre bu devleti burada kurma ihtiyacı, yerlerinden edilen Filistinlilere yapılan adaletsizliğin önüne geçti.
Peki ahlaki açıdan bu eylemle ilgili bir sorununuz yok mu?
Yapılan doğruydu. Büyük Amerikan demokrasisi, Kızılderililer yok edilmeden yaratılamazdı. Umumi, nihai faydanın tarihin akışı içinde işlenen sert ve acımasız eylemleri haklı çıkardığı durumlar vardır.
Ve bizim durumumuzda bu, nüfus transferini meşru kılıyor. Yaşanan şey bu.
Ve siz bunu kabul ediyorsunuz, öyle mi? Savaş suçları? Katliamlar? Nekbe’nin yanan tarlaları ve harap olmuş köyleri?
Meseleleri ölçülü bir şekilde ele almalısınız. Bunlar küçük savaş suçları. 1948’deki tüm katliamları ve tüm infazları ele alırsak, toplamda yaklaşık 800 kişinin öldürüldüğünü görürüz. Bosna’da işlenen katliamlarla kıyaslandığında bu çok küçük bir rakam. Rusların Stalingrad’da Almanlara karşı gerçekleştirdiği katliamlarla karşılaştırıldığında, bu devede kulak kalır.
Burada kanlı bir iç savaş yaşandığını ve nüfusun sadece yüzde 1’ini kaybettiğimizi göz önünde bulundurduğunuzda, çok iyi davrandığımızı görürsünüz.
1948 tarihli bu fotoğrafta Filistinli mülteci çocuklar Nablus, Batı Şeria’da derme çatma bir okulda görülüyor. [Kaynak: Hanini/CC BY-SA 3.0]
Sıradaki nüfus transferi
İlginç bir süreç geçirdiniz. Ben-Gurion’u ve siyonist kurumları eleştirel bir gözle araştırdınız ama sonunda kendinizi onlarla özdeşleştiriyorsunuz. Sözlerinizde onların eylemlerinde olduğu kadar sertsiniz.
Haklı olabilirsiniz. Çatışmayı derinlemesine araştırdığım için, o insanların baş etmek zorunda kaldığı karmaşık sorularla yüzleşmem gerekti. Karşılaştıkları durumun zorlu yönlerini anladım ve belki de onların kavramlar dünyasının bir kısmını benimsedim. Ama kendimi Ben-Gurion ile özdeşleştirmiyorum. Bence 1948’de ciddi bir tarihi hata yaptı. Demografi meselesini ve büyük bir Arap azınlık barındırmayan bir Yahudi devleti kurma ihtiyacını anlamasına rağmen savaş sırasında çekingen davrandı. Sonunda da bocaladı.
Doğru mu anlıyorum, emin değilim. Ben-Gurion’un çok az sayıda Arap’ı sürmekle hata yaptığını mı söylüyorsunuz?
Eğer zaten sürgüne karar verdiyse, belki de bu işi tamamen bitirmeliydi. Bunun Arapları, liberalleri ve siyaseten doğrucu tipleri şaşkınlığa uğratacağını biliyorum. Ancak benim hissiyatım o ki, eğer bu mesele 1948’de kesin olarak çözülmüş olsaydı, bugün buralar daha sakin olurdu ve daha az acı yaşanırdı. Yani Ben-Gurion büyük bir sürgün gerçekleştirseydi ve tüm ülkeyi—Ürdün Nehri’ne kadar tüm İsrail topraklarını—temizleseydi. Bunun gerçekleşmemiş olmasının ölümcül bir hata olduğu ileride kanıtlanabilir. Eğer Ben-Gurion kısmi bir sürgün yerine tam bir sürgün gerçekleştirmiş olsaydı, İsrail Devleti’ni nesiller boyu istikrara kavuşturmuş olacaktı.
Duyduklarıma inanmakta güçlük çekiyorum.
Eğer ilerleyen yıllarda hikayenin sonu Yahudiler için kötü olacaksa, bunun nedeni Ben-Gurion’un 1948’deki nüfus transferini tamamlamamış olmasıdır. Çünkü Batı Şeria ve Gazze’de ve İsrail’in kendi içinde büyük ve hareketli bir nüfus bıraktı.
Onun yerinde olsaydınız, hepsini kovar mıydınız? Ülkedeki tüm Arapları?
Ben bir devlet adamı değilim. Kendimi onun yerine koymuyorum. Ancak bir tarihçi olarak burada bir hata yapıldığını iddia ediyorum. Evet. Nüfus transferinin tamamlanmaması bir hataydı.
Peki ya bugün? Bugün transferi savunuyor musunuz?
Eğer bana Arapların Batı Şeria’dan, Gazze’den ve hatta belki de Celile ve Üçgen’den[5] zorla sürülmesini destekleyip desteklemediğimi soruyorsanız, şu anda hayır derim . Bu eyleme destek vermem. Mevcut koşullarda bu ne ahlaki ne de gerçekçi. Dünya buna izin vermez. Arap dünyası buna izin vermez. Ve bu Yahudi toplumunu içeriden yok eder. Ancak size şunu söylemeye hazırım ki, beş ya da on yıl içinde gerçekleşmesi muhtemel olan başka koşullarda, kıyamet koşullarında, başka sürgünler görebiliriz.
Eğer kendimizi nükleer silahlarla etrafı sarılmış halde bulursak ya da bize karşı genel bir Arap saldırısı olursa ve Arapların cepheye giden konvoylara ateş açtığı bir savaş durumu ortaya çıkarsa, sürgün eylemleri kabul edilebilir olacaktır. Hatta sürgün gerekli hale bile gelebilir.
İsrailli Arapların sınır dışı edilmesi de buna dahil mi?
İsrailli Araplar adeta bir saatli bomba. Filistinlileşmeye doğru kaymış olmaları onları içimizdeki düşman haline getirmiş durumda. İsrailli Araplar potansiyel bir beşinci kol. Hem demografik açıdan hem de güvenlik açısından devletin altını oyma ihtimalleri var. Öyle ki İsrail 1948’de olduğu gibi kendisini yeniden varoluşsal bir tehdit altında bulursa, o zamanki gibi davranmak zorunda kalabilir. Kahire’deki İslamcı bir devrimden sonra Mısır veya Suriye tarafından saldırıya uğrarsak, kimyasal ve biyolojik füzeler şehirlerimize düşerse ve aynı zamanda İsrailli Filistinliler bize arkadan saldıracak olursa, yeni bir sürgün görebiliriz. Bu ihtimal dahilinde. Eğer İsrail’e yönelik tehdit varoluşsal olursa, sürgün haklı görülecektir.
(Röportajın geri kalanını orijinal kaynağından okuyabilirsiniz.)[6]
[1] Post-siyonizm kavramı, Morris’in de dahil olduğu “Yeni Tarihçiler”in siyonist projenin köklerine ve İsrail devletinin kuruluş hikayesine dair geliştirdikleri eleştirel perspektifin etkisiyle 1990’lı yıllarda popülerleşmiş ve özellikle İsrail sağı tarafından siyonizm karşıtlığının yeni bir biçimi olarak yaftalanmıştır. Bkz. https://haaretz.com/2007-07-06/ty-article/post-zionism-doesnt-exist/0000017f-e9ac-da9b-a1ff-edefd3f50000 [e.n.]
[2] Bu makalelerden bir tanesi Şubat 2002’de “Barış mı? İmkanı yok” başlığıyla yayınlanmıştı. [e.n.]
[3] Morris’in The Birth of the Palestinian refugee problem, 1947-1949 (“Filistinli mülteciler meselesinin doğuşu, 1947-1949”) adlı kitabı ilk olarak 1987 yılında yayınlandı. [e.n.]
[4] 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda er olarak görev yapan Morris, Mısır’la gerçekleşen Yıpratma Savaşı (1967-1970) sırasında yaralanarak görevden affedilmiş, 1982’deki Lübnan Savaşı’nda Beyrut Kuşatması’nda aktif görev almış ve 1986’da bu sefer Batı Şeria’da rezerv birliğinde askerlik yapmıştır. 1988’de aktif göreve çağrıldığında Batı Şeria’daki askeri işgale karşı pozisyon almış ve Birinci İntifada’nın bastırılmasında rol almak istemediğini belirterek görevi reddederek kısa süreli hapis yatmıştır. [e.n.]
[5] Üçgen (Al-Muthalath/The Triangle), İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı, Yeşil Hat’a bitişik yerleşim yerlerini nitelendirmek için kullanılan bir tabir. [e.n.]
[6] Morris ile yapılan başka bir röportajın çevirisine buradan ulaşabilirsiniz. [e.n.]
Yayın Tarihi: 8 Ocak 2004
Kaynak: Haaretz
Çeviri: KARPUZ
Manşet Fotoğrafı: AFP