Batı’nın siyonizm aşkı her zaman Filistin’in tarihini ve insanlığını silmeye dayalıdır. Batı dünyasında resmi kurumlar ve medya, Hamas’ın bu ay İsrail’e düzenlediği ve tahminen 1300 asker ve sivilin ölümüne yol açan eşi benzeri görülmemiş saldırısı karşısında dehşete kapıldı.[1] Bu dehşete İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden ve şimdiye kadar çoğu sivil 22.000’den fazla Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan vahşetine verilen büyük destek eşlik etti.
Siyonizm-sevgisinin[2] son aşaması, Batı’nın İsrail’e olan bağlılığının altında yatan acımasız çifte standardı her zamankinden daha açık bir şekilde ortaya koymuştur: Çağdaş Batı’da Yahudi İsrail yaşamı ve devleti neredeyse kutsal sayılırken, Müslüman ve Hristiyan Filistinlilerin yaşamı temelden değersizleştirilmektedir.
Bu çifte standardın gölgesinde, gözlerimizin önünde bir soykırım girişimi vuku buluyor.
Siyonizm-sevgisi iki esasa dayanmaktadır. İlki; İsrail’in kuruluşunun, Holokost ile doruğa ulaşan Avrupa antisemitizm tarihinin adil ve ahlaki bir telafisi olduğuna dair Batı’da genelgeçer hale gelmiş görüş iken ikincisi; İsrail’e muhalif olanların mütemadiyen ve ırkçı bir şekilde, nevi şahsına münhasır bir antisemitizme sahip Batılı olmayan barbarlar olarak şeytanlaştırılmasıdır.
Esas itibariyle Batı’nın İsrail’e verdiği destek, Filistinlilerin Filistin topraklarında yüzyıllara dayanan bir tarihe ve kültüre sahip bir halk olduğunun inkarından kaynaklanmaktadır.
1917’deki Balfour Deklarasyonu doğrudan Filistinlilere ya da Araplara atıfta bulunmamış, ulusal özlemleri İngiliz hükümeti tarafından desteklenen “Yahudi halkı” ile kıyaslandığında tarihsel, ahlaki ve siyasi açıdan önemsiz kalan “Yahudi olmayan toplulukların” varlığına değinmekle yetinmiştir.
Hem Müslüman hem de Hristiyan Filistinli Arapların o dönemde Filistin nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturduğu gerçeği, Yahudi ve Hristiyan siyonist düşünce ve pratikler için bir önem arz etmiyordu.
Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa (tarih belirtilmemiş) [Fotoğraf: DEIAHL, Kudüs)]
Yerleşimci-sömürgeci Siyonist yapılar
Batılı devlet adamları ve Filistinli Arapların erişemeyeceği kadar uzakta olan Batılı iktidar kulislerine her türlü erişimi olan Avrupalı siyonist liderler, Filistinlilerin bu mahrumiyetinden istifade ederek 1920-1948 yılları arasında Manda Filistini’nde kalıcı yerleşimci-sömürgeci Siyonist yapılar oluşturdu.
Müslüman ve Hristiyan Filistinliler 1920’lerde ve 1930’larda Manda yönetiminin Siyonist-sevici sömürgeci hüviyetini protesto edip, itirazda bulunup isyan ettikten sonra bile, Avrupalı Yahudi siyonistleri yerli Filistinlilere karşı sistematik olarak ayrıcalıklı kılan Batılı tutumları değiştiremediler.
2. Dünya Savaşı ve Holokost’un ardından Avrupalı ve Amerikalı politikacılar ve entelektüeller siyonizm-sevgisini ikiye katladılar. Çok dinli Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının, toprağın büyük çoğunluğuna sahip olan yerli Filistinli çoğunluğu kaçınılmaz olarak mülksüzleştireceğini ve yerinden edeceğini çok iyi biliyorlardı. Yerlilerin mülksüzleştirilmesini sağladılar.
İlahi vaade dayanan, Filistin’in yerli Arap nüfustan çok Yahudi halkına ait olduğu yönündeki altta yatan ideolojik siyonist iddia, “yerlilerin” harcanabilirliğine ilişkin ırkçı sömürgeci düşünceye eşlik ediyordu. Tarihçi Daniel Cohen’in de belirttiği gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yahudilere ve Yahudiliğe duyulan yeni sempati, Avrupa ülkelerinde yenilenen bir ahlak anlayışını işaret ediyordu. Ancak bu Yahudi-sevgisi, siyonizme duyulan sevgiyle ölçülüyordu.
İsrail bir Arap toplumunun yıkıntıları üzerinde kurulduğu için, Batı’nın Avrupalı Yahudilere yaptığı zulmün kefareti Filistinlilerin sırtından ödendi. Hala da öyle ödeniyor.
Bu ahlaksız hesap, Batı’nın İsrail’le ilgili söylemlerinin büyük bir kısmını biçimlendirmeye devam etmektedir. İçe dönük, Avrupa merkezci, savaş sonrası Batı hümanizminin tüm etik yapısı—anma müzeleri, hoşgörü ve [geçmişe dair] tefekkür söylemi ve kendi antisemitist geçmişiyle saplantılı bir şekilde boğuşması—nihayetinde evlerinden ve aynı zamanda tarihten kovulan yerli Filistinlilerin sırtına inşa edilmiştir.
Filistinliler bu taraflı ahlaka ve kendilerinin ahlaki ve siyasi olarak marjinalleştirilmesine her zaman direnmişlerdir. Ancak Filistin direnişi—“terörizm” de dahil—Batılı güçler ve ana akım medya tarafından sürekli olarak bağlamından koparılmış, irrasyonel ve ahlaksız olarak tasvir edilmiştir.
“İyi” İsrail asla şiddeti kışkırtmaz; teröristlerin ani ve şok edici barbarlıklarına karşı sadece “misilleme” yapar. İster laik ister İslamcı, ister sivil protesto ister silahlı mücadele olsun, Filistin direnişi anında önyargılı bir anlatı çerçevesine yerleştirilir.
Filistinli bir çocuk, İsrail Savunma Kuvvetleri’ne ait bir tanka taş atarken [Fotoğraf: Musa Al-Shaer/AFP]
Modern Tarihin Ana Sahnesi
Yerleşimci-sömürgeci Yahudi devleti İsrail, modern tarihin ana sahnesinde normalleştirilirken, Filistinliler—en iyi ihtimalle Batılı ve uluslararası insancıllığın görünmeyen koğuşlarında çürümeye bırakılarak, en kötü ihtimalle de ne pahasına olursa olsun bozguna uğratılması gereken “kötü teröristler” olarak—sahne arkasına itiliyor.
Vatansız ve mazlum Filistinlilerin, Batılı bilincin kapısını ne kadar yüksek sesle çalarlarsa çalsınlar, seslerini duyurmaları son derece zor.
Sömürgecilik tarafından alt üst edilen yerel tarihlerinin ve toplumlarının temel gerçekleri görmezden geliniyor. İslam ve Hristiyanlık tarafından şekillendirilen son derece çoğulcu ve evrensel kültürleri, İslami fanatizmin bir karikatürüne indirgeniyor.
Tüm bu inkar ve silme, Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme arzusunu motive eden şeyin, özgürce ve onurlu bir şekilde yaşamak için temel, evrensel bir insan arzusundan ziyade irrasyonel nefret olduğu masalını mümkün kılıyor.
Filistinlilerin sömürgecilik karşıtı direnişinin barbarlık olarak temsil edilmesi, baskıya karşı her türlü yerli ya da köle isyanını şeytanlaştıran çok daha eski bir Batılı sömürgeci geleneğe dayanmakta. Fransız köleliğini deviren Haitili devrimciler kana susamış vahşiler olarak tasvir edilmişti. Kuzey Amerika’da isyan etmeye cüret eden siyahi köleler de öyle. Bunların en ünlüsü Nat Turner öncülüğündeki 1831’de Virginia’lı köle sahipleri tarafından acımasızca bastırılan şiddetli köle ayaklanmasıydı.
Kuzey Amerika’daki yerli halkların soykırımı, ABD ordusu ve eyalet milislerinin silahları, süngüleri ve topları tarafından gerçekleştirilmeden önce, yaşamlarının ve tarihlerinin değersizleştirilmesi üzerine kurulmuştu. Benzer şekilde, 1857’de İngiliz sömürgeciliğine karşı gerçekleşen büyük Hint ayaklanması da İngiliz emperyal uygarlığına karşı “Doğuluların” batıl inançlarının ve doğuştan gelen fanatizmlerinin bir ifadesi olarak tasvir edilmişti.
Ve 19. yüzyıldaki bu öncüllerden, 20. yüzyılın büyük sömürge karşıtı devrimlerinin Batı tarafından şeytanlaştırılmasına doğru gelindi. İster Cezayirliler, Kenyalılar, Güney Afrikalılar, Suriyeliler, Filistinliler, Iraklılar ya da Vietnamlılar olsun—ve liste elbette çok daha uzun—her durumda, Batı’da sürekli ve her yerde duyulan nakarat, yerli vahşeti, barbarlığı ve terörizmi karşısında duyulan dehşet olmuştur.
Sömürge karşıtı mücadele veren diğer boyun eğdirilmiş halklar arasında kendine özgü olarak Filistinliler, modern Avrupa-merkezci Batı bilincindeki asli kurban imgesi [yani İsrail] tarafından ezilmenin ek yükünü taşıyorlar. Bu nedenle, Batı dünyasının ünlü solcuları Cezayir’deki sömürge karşıtı mücadelelere sempati duymaya başlarken, Filistinlilerle benzer bir dayanışmayı pek nadiren ifade etmişlerdi. Jean-Paul Sartre gibi bazıları sonunda Filistinlileri tamamen terk ederek onlara zulmeden tarafın yanında yer aldı.
Sömürgecilik karşıtı mücadeleyi en iyi resmeden filmlerden biri olan 1966 yapımı “Cezayir Savaşı“ (La battaglia di Algeri) filminden bir kare
Mağdurların mağdurları
1967’deki savaştan sonraki on yıllarda, Holokost’un korkunç kötülüklerini merkeze alan bir anıtlaştırma kültürü, günümüz Batı dünyasının her bir tarafında sistematik olarak inşa edildi. Bu kültür, tüm insanlık tarihi boyunca, Yahudi “öncülerin” “çölde çiçek açtıran“ milliyetçi devletlerini kurmasına kadar, bir halkın diğer tüm halklardan daha fazla zulme uğradığı duygusunu pekiştirdi.
Böylesi Avrupa-merkezci bir ahlaki çerçevede, sömürgeleştirilmiş Filistinlilerin kaderi, konu dışı olmasa bile, temelde önemsiz hale geldi. Dahası siyonist ideoloji, İsrail devletinin Yahudi halkının kaderini temsil ettiği, hatta somutlaştırdığı inancına dayanır; dolayısıyla İsrail’e saldırmak Yahudi halkına saldırmak [olarak görülüyor].
Edward Said’in deyimiyle “kurbanların kurbanı“ olmak, Filistinlilerin sömürgecilik karşıtı mücadelesini neredeyse sonu gelmez beyhude[3] bir mücadele haline getiriyor. Filistinlilerin Yahudi devletine karşı, bağlamından koparılan ve tarihsizleştirilen direnişi, şeytani bir antisemitist geçmişin korkunç bir reenkarnasyonu olarak görülmekte, hissedilmekte ve algılanmakta.
Siyonizm-sevgisi artık sömürgeci İsrail devletinin “yanında durmanın” Filistinlilerden nefret etmek değil, Yahudileri sevmek olduğunu; Filistinlilerin kurtuluşunun yanında durmanın ise Filistinlileri, insanlığı, adaleti ya da özgürlüğü sevmek değil, Yahudilerden nefret etmek olduğunu savunuyor. Bu durum Filistinlilerin özgürlüğünün antisemitizmle bir tutulmasına ve Avrupa ve ABD’de Filistinlilerle dayanışmanın kriminalize edilmesine yol açıyor.
ABD Başkanı Joe Biden’ın Ekim ayında Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırının “Holokost kadar önemli” olduğu yönündeki şok edici açıklaması karanlık anlamlarla dolu. Hamas’ın “şeytani” olduğu ve örgütün saldırısının Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en korkunç saldırı olduğu şeklindeki her yerde tekrarlanan slogan, Filistin mücadelesini sömürgecilik karşıtı bir mücadeleden çıkarıp antisemitist bir mücadeleye dönüştürmektedir.
Bu, Filistinlilerin kendi tarihlerine ve somut deneyimlerine dayanan hareket zeminini; yalnızca kötü Naziler, masum Yahudi kurbanlar ve onların Amerikalı ve [diğer] müttefik kurtarıcılarının önemli aktörler olarak görüldüğü ve Batı kamuoyunun aşina olduğu Avrupa-merkezci bir dramaya dönüştürüyor.
Böylece İsrail’in Hristiyan ve Yahudi destekçileri; Filistinlilerin yaptıklarının; kendi toprakları üzerinde zorla inşa edilen, hayatlarını mahveden, ailelerini acımasızca katleden ve onlarca yıldır cezasız bir şekilde onları kuşatan, sürgün eden, taciz eden, korkutan, aşağılayan, hapseden ve öldüren sömürgeci bir devlete karşı direniş olmadığı yönündeki inançlarında doğrulanmış oluyorlar. Aksine, [onlara göre] Filistinliler İsraillileri sadece Yahudilerden nefret ettikleri için öldürüyorlar.
Yalnızca Filistin’in tarihinin ve bağlamının tamamen inkar edilmesi böylesine mantıksız bir sonucu savunulabilir hale getirir. Ve bu, soykırımı bir kez daha mümkün kılar.
[1] İsrail’in Aralık ayında açıkladığı resmi rakamlara göre, 373’ü güvenlik görevlisi, 695’i sivil ve 71’i yabancı ülke vatandaşı olmak üzere 7 Ekim’de ölenlerin sayısı toplam 1139 kişi olarak güncellendi. Öldürülenlerin kaçının İsrail güvenlik güçlerince dost ateşi veya Hannibal Direktifi sonucunda öldürüldüğü bilinmiyor. IDF ilk defa Aralık ortasında dost ateşi iddialarını kabul etti fakat bu şekilde ölenlerinin sayısının “çok ve komplike” olmasından dolayı resmi soruşturma açmayı düşünmediklerini açıkladı. Bu iddialara dair sitemizde yayınladığımız kapsamlı bir analiz için tıklayın. [e.n.]
[2] Philo-Zionism tabiri “Siyonizm-Sevicilik” olarak da çevrilebilir. [ç.n.]
[3] Yazar burada Sisyphean kelimesini kullanmaktadır. Bu kelime Yunan mitolojisindeki Sisifos’a gönderme ile İngilizce’de “Sisifos’un durmadan yinelenen ve sonuçsuz çabalarıyla ilgili veya onlara benzeyen” anlamında kullanılmaktadır. Biz bu kelimeye bağlam içerisinde “sonu gelmez beyhude” anlamı vermeyi uygun gördük. [ç.n.]
Yazar: Ussama Makdisi
Yayın Tarihi: 27 Ekim 2023
Kaynak: Middle East Eye
Çeviri: KARPUZ
Manşet Fotoğrafı: Ali Jadallah/Anadolu/Getty Images