Skip to main content

Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, 29 Kasım 2023 tarihinde The Massachusetts Review tarafından yayınlandı. Eleştirel ırk çalışmaları, kölelik ve kesişimsellik alanlarında önemli çalışmaları bulunan ve Almanya’daki Bremen Üniversitesinde emeritus profesör olan Sabine Broeck, mektup formunda kaleme aldığı bu yazısında Alman devletinin ve akademisinin Filistin meselesinde takındığı tutuma sert eleştiriler getiriyor. Holokost’un Avrupa içi bir mesele olarak değil, sömürgecilik temelinde oluşan ırkçı ve kapitalist düzenin bir sonucu olarak ele alınması gerektiğini savunan Broeck, bu gerçekle hala yüzleşmemiş olan Alman devletinin ve toplumunun Filistin konusunda ahlaki sınavı veremediğini söylüyor. Ayrıca, faşist politikalarına rağmen İsrail’e verilen desteğin Avrupa aşırı sağının yükselişiyle irtibatına dikkat çeken Broeck’e göre çözüm, beyaz Almanların kendi kabuklarından çıkıp ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı geleneğin ürettiği bilgi ve siyasetle hemhal olması.

Sevgili dostum,

Ev sahipliği yaptığınız panelde konuşma yapmak üzere beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Zoom üzerinden dinleyicilere seslenmek yerine, kendimi daha iyi ifade edebilmeme olanak sağladığı için davetinize yazıyla mukabele etmek istedim.

Almanya’nın Bremen kentinden, artık herhangi bir siyasi ya da akademik kolektifte yer almayan ve dolayısıyla yas, keder, öfke ve direnişin dile getirilebildiği bir platformdan yoksun olan emekli bir beyaz profesör olarak yazıyorum size. Ancak bu yalnızlık, toplantılar, ofis ya da kafeteryadaki sohbetler ve iş sonrası buluşmalardan mahrum kalmamdan kaynaklanmıyor yalnızca. Aynı zamanda Filistin halkının ve geleceğinin yok edilmeye devam ediyor oluşu karşısında etrafımı saran bir sessizlikle kuşatılmış olmamın da bunda payı var.

Bu sessizlik kısmen, İsrail’de ve dünyanın her yerinde Yahudi ailelerin yasına keder içinde ortak olma; Şoa’dan[1] [Holokost] bu yana Yahudilerin canına kasteden en kitlesel ölümcül şiddetin sebep olduğu acıya saygı gösterme isteğinden kaynaklanıyor. Bu empatiyi, Hamas’ın sebep olduğu ölümlere ilişkin herhangi bir bağlamsal değerlendirmeden bağımsız olarak—İsrail’in Filistin’i uzun süredir işgal altında tutması böyle bir değerlendirmeyi gerektirse de—göstermeye devam etmek gerekiyor.

Bu sessizlik aynı zamanda beyaz Almanların, konu antisemitizmle hesaplaşmaya gelince ince bir ip üzerinde yürümeleri gerekmesinden de kaynaklanıyor. Antisemitist saldırılardaki mevcut artışa karşı, özellikle Almanya’daki Yahudi toplumuyla aktif dayanışmayı sürdürmenin aciliyetine inanıyorum.

Öte yandan, son derece şedit ve dehşet verici bir tarihsel ironi olarak, Avrupa’daki aşırı sağ—Fransa’da Le Pen, Hollanda’da Wilders ve bu isimlerin Almanya’daki ortakları—İslamofobiye dair mevcut histeriyi görülmemiş seviyelere çıkarmak için kuduruk bir kampanya yürütüyor. Bu kampanyayı, mevcut faşist görünümüyle İsrail devletine verdikleri koşulsuz desteğin arkasına saklıyorlar. Elbette bu yarı-filosemitik[2] ittifak, hiçbir Avrupa ülkesinde faşistleri, Yahudi inancına sahip insanlara karşı nefret kusmaktan, mezarlıklara ve sinagoglara saygısızlık etmekten ve Yahudi bireylere her geçen gün daha çok saldırmaktan alıkoymuyor.

12 Kasım 2023’te Paris’te antisemitizme karşı düzenlenen yürüyüşte, Ulusal Birlik grubunun genel başkanı ve milletvekili Marine Le Pen ve yardımcıları aşırı sağcıların oluşturduğu kortejde yer alırken [Fotoğraf: Amaury Cornu/Hans Lucas/Reuters]

Ancak bu mektupta, Alman arkadaşlarımın “yoldan çıkma” olarak ifade ettikleri şeye daha yakından bakmak istiyorum. Beyaz Almanlar, yerlilerin ve siyahların ürettiği sömürgecilik karşıtı bilgi ve gelenekten, özellikle de onlarca yıllık geçmişi olan Filistin tarih yazımı ve mücadelesinden kendilerini izole etmekteler. Bu izolasyon, onların ufkunu, Almanya’nın Şoa için duyduğu ağır suçluluk duygusuyla sınırlı tutuyor. Çünkü Şoa’yı, Avrupa Aydınlanması’nın çizdiği rotadan eşi benzeri görülmemiş ve affedilemez tek tarihsel kopuş olarak görüyorlar. Bu görüş, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Alman nesiller için vazgeçilmez bir ahlaki pusula haline gelmiş durumda. “Bir daha asla” inancı, Avrupa’nın—ya da Almanya’nın diyelim—kendi köleci ve sömürgeci geçmişi ile herhangi bir hesaplaşmaya girmesini kategorik olarak imkansız kılıyor.

“Bir daha asla” inancı, benim neslimin siyasetini şekillendirmiş olan faşizm karşıtı örgütlülükten çıkıp bugün İsrail devletine koşulsuz olarak sunulan ekonomik, askeri, siyasi, kültürel ve toplumsal desteği meşrulaştıran “devlet aklı”na[3] dönüştü. Max Czollek’in Versöhnungstheater (2023’te yayınlandı, henüz İngilizce çevirisi yok) ve Desintegriert euch! (De-Integrate! A Jewish Survival Guide for the 21st Century) adlı eserlerinde öne sürdüğü, gizli ve açık antisemitizme karşı sahadaki antifaşist mücadelelerin nasıl devlet tarafından mobilize edilip desteklenen bir “Uzlaşı Tiyatrosu”na[4] dönüştürüldüğüne dair eleştirisi uzun zamandır gecikmiş bir tartışmayı başlatmış oldu. Bu vesileyle bazı kişisel notlar aktarmama izin verin.

Ben 1954 yılında, Nazi yargıçların hala görevde olduğu, Nazi profesörlerin hala üniversitelerde ders verdiği, Nazi mülklerinin hala korunduğu Holokost sonrası Almanya’da doğdum… ve Alman tarihinin henüz eleştirel antifaşist araştırmalarla baştan aşağı yapısöküme uğratılmadığı bir zamanda. Henüz Almanya’ya çok kültürlü göçler gerçekleşmemişken; yok olmaktan kurtulan çok az sayıdaki siyah, kahverengi ve Yahudi Alman vatandaşının büyük ölçüde görünmez kılındığı bir dönemde. Beyaz ve Hristiyan Avrupa’nın ve yeniden yükselişe geçen ırkçı-kapitalist ataerkil hegemonyanın kalbi olan bir Alman Bundesrepubliki‘nde.[5]

1968’teki antifaşist protesto hareketlerinin öncü kuşağının öğretmenler ve öğretim üyeleri olarak kamu eğitimine damgasını vurduğu bir dönemde liseye başlamak benim için tarihi bir şans oldu. Adorno’yu okuyor ve bağışlanması mümkün olmayan bir Alman cürümü olarak Şoa’nın bize miras kaldığını öğreniyorduk. Naziler tarafından engelli çocuklara uygulanan ötenaziyi anlatan Unwertes Leben[6] adlı film bize gösterildiğinde ben daha çocuktum. O görüntüler kalıcı olarak hafızama kazındı. Okuldaki on birinci yılımda, Peter Weiss’ın Auschwitz üzerine yazdığı bir drama olan Die Ermittlung’u (Soruşturma) okuduk. Bu bana faşizmin beyaz bir ölüm makinesi olduğunu öğretti—benim için bir başka belirleyici an.

Bu dönemin hemen ardından Martin Luther King suikastı ve Vietnam savaşına yönelik protestolar geldi. James Baldwin’i okudum, sonra George Jackson, Angela Davis ve Malcolm X’i. Steve Biko, Frantz Fanon ve Aimé Césaire’i küçük çaplı yayınevlerinin çevirileriyle tanıdım. Köleleştirme, sömürgeleştirme ve siyahların mücadeleleri üzerine çalışmaya ve ders vermeye başlamadan çok önce, Şoa’nın Aydınlanma sonrası Avrupa hümanizminden bir kopuş olmadığını fark ettim. Aksine Şoa, Almanya’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin “Yeni Dünya”yı fethiyle ve transatlantik kölecilik ve sömürgecilik faaliyetleriyle başlamış olan ırksal-kapitalist düzlemin devamı olarak gerçekleşmişti.[7] Siyahların ürettiği külliyatla hemhal olmamış olsaydım bu gerçeği göremeyebilirdim. Yerli Marksist ve feminist akımlar dahi bunu göz ardı etmişti. Ne yazık ki, modern Avrupa toplumsallığına ve onun beyaz mitolojilerine yönelik radikal eleştirilerin görünür kılınması, hiçbir zaman Alman okullarında ya da yüksek öğreniminde temel bir gereklilik olarak görülmedi.

Sömürgecilik karşıtı hareketin önde gelen isimlerinden, Martinikli düşünür, şair ve siyasetçi Aimé Césaire, 1982 yılında yayınladığı Moi, laminaire adlı şiir kitabını incelerken [Fotoğraf: JMJ International Pictures]

Beyaz Almanların Filistinlilerin yaşam, sağlık, güvenlik ve özgürlüğe dair haklarını destekleyebilmesi için, Almanya’nın miyop anlatılarının dışına çıkıp dünyaya öyle bakmaları gerekir. Emperyalizmin dünya üzerindeki hakimiyeti ve Avrupalı ulus devletlerin yapısal şiddeti hakkında bilgi sahibi olmadan, bugün bildiğimiz şekliyle İsrail devletini “anlayamayız”. Ve Gazze’de devam etmekte olan yıkımın, tüm dünyayı karşı karşıya bıraktığı ahlaki imtihanı fark edemeyiz.

Bunun yerine şahit olduğumuz şey, her siyasi kesimden beyaz Alman elitlerinin, İsrail devletine verdikleri tereddütsüz ve koşulsuz destekle, beyazlar olarak dünyada iyilik timsali olduklarına dair kolektif fantezilerini sürdürmeye yönelik beyhude çabası oluyor. Bu fanteziler, İslamofobik ve çoğu zaman histerik derecede absürt siyasi kampanyalarla kitlesel olarak tazelenip besleniyor. İsrail’de, ABD’de ve Almanya’da antisiyonist Yahudi grup ve bireylerin hedef alınması ve Greta Thunberg gibi iklim mücadelesini mazlum Filistinlilerin adalet mücadelesiyle ilişkilendirmeye cüret eden aktivistlerin başına gelenler buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu tekrar eden beyaz milliyetçilik dalgası bizi nereye götürecek? Daha şimdiden önümüzdeki bölgesel ve genel seçimlerde aşırı sağın zafer kazanması ihtimaliyle karşı karşıyayız. Her kesimden “saygın” politikacılar, Alman vatandaşlık yasasına göçmenlerin İsrail devletini kayıtsız şartsız desteklemesini şart koşan bir ekleme yapmayı düşünüyor.

Bugün Almanya’nın kültür kurumları, siyasi çevreleri, medyası ve akademisi, postkolonyal ve dekolonyal düşünce ve aktivizmin mütevazı ve nispeten yeni kazanımlarının dahi antisemitist ilan edilmesine yönelik büyük bir baskı altında. Ya da daha agresif bir ifadeyle, Hamas yanlısı olarak. Tek başına #AteşkesHEMEN çağrısı yapmak bile antisemitist tahrik olarak görülüyor. Bu tarz suçlamalar, Almanya’da yaşayan Deborah Feldman gibi Yahudi entelektüellerden, Gazze kuşatmasına son verilmesi çağrısında bulunan ve yerleşimci sömürgeciliğe itiraz eden Berlinli sanat kolektifi OYOUN‘a kadar uzanıyor.

Akademisyen meslektaşlarımın, IDF’nin İsrail’in meşru müdafaası adına yürüttüğü toplumsal yıkım kampanyasına, etik olmayan bir biçimde tepki göstermekten kaçındığını görüyorum. Neredeyse tüm siyasi partiler ve kurumlar, ana akım medya, çok sayıda kamu kurumu, kültürel ve sosyal oluşumlar ve Jurgen Habermas gibi saygın entelektüeller, “[Alman] devlet aklı”nı, yani mevcut haliyle İsrail devletine sunulan koşulsuz desteği beyan etmek üzere ortaya atılmış bulunuyorlar. Etkinliklerin iptal edilmesi, gösterilerin engellenmesi, bireylerin kamusal olarak görünür pozisyonlarından kovulması, bursların kesilmesi, sanatçılara yapılan davetlerin iptal edilmesi ve Kassel Documenta 2024‘ün baş küratörünün ayıplanarak görevinden uzaklaştırılması, mevcut atmosferin doğrudan siyasi sonuçları arasında sayılabilir. Filistin’e özgürlük çağrılarına yönelik bu yasaklayıcı suskunlukta, Gazze’deki katliamın çarpıcı inkarının kolektif psişik yansımalarını görmek mümkün.

Yaşayan en meşhur filozoflardan ve eleştirel teori geleneğinin öncü isimlerinden olan Jurgen Habermas, 13 Kasım 2023’te birkaç Alman akademisyenle birlikte yayınladıkları açık mektupta, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliamların “İsrail’in kendini savunma hakkı” çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini savunduğu için çokça eleştirildi. [Fotoğraf: Wikimedia Commons]

Almanya’da antisemitizme, İslamofobiye ve siyah karşıtlığına karşı tek bir bayrak altında, tüm ezilen halklarla dayanışma içinde olacak aktif siyasi ittifakların oluşmasını temenni ediyorum. Şu anda Filistin’de yürürlükte olan ve ABD, Avrupa ve Almanya tarafından teminat altına alınıp finanse edilen emperyal projenin farkında olan ittifaklar. Militarize edilmiş, sömürgeci-yerleşimci bir devlet aygıtı ile Yahudilerin ve Filistinlilerin barış içinde yaşamaya ve dinlerini özgürce tatbik etmeye dair hakları arasında ayrım yapabilen ittifaklar.

Son BM toplantısında Filistin temsilcisi Nada Abu Tarbush’un yaptığı konuşmayı mutlaka dinlemenizi tavsiye ediyorum.

Beyaz Almanya bu meseleyi “yine” kendi meselesi haline getirdi. Kendini dış dünyadan soyutlamış beyaz ve ırkçı bilgisizlik biliminin[8] dekolonizasyon mücadelelerine bırakın cevap üretmeyi, soracağı bir sorusu bile yok. Beyaz akademisyenler ve aktivistler, özgürlük hayalleriyle yoğrulmuş geleneklerden ve emperyal akla tabi olmayan bilgi kaynaklarından kendilerini izole ederek sığındıkları kalelerin duvarlarını artık aşmalılar.

“[Alman] devlet aklı”, benim aklım değil.

[1] Felaket kelimesinin İbranice karşılığı olan ve Kitab-ı Mukaddes’e dayandırılan Şoa (Shoah) terimi, çoğunlukla Avrupa’da Holokost kelimesi yerine kullanılıyor. [e.n.]

[2] Özellikle Yahudi olmayanlar tarafından Yahudilere duyulan sevgi ve saygıyı ifade eden filosemitizm kavramı, aynı zamanda Yahudileri ötekileştirmeye katkı sağlayan ve Holokost’a dair suçluluğu stratejik olarak örtmeye yarayan şekillerde de kullanılabiliyor. [e.n.]

[3] Başlıkta da geçen Staatsraison (raison d’état) ifadesini “devlet aklı” olarak çevirmeyi tercih ettik. [e.n.]

[4] İfadenin orijinali şöyle: Versöhnungstheater. [e.n.]

[5] “Federal Cumhuriyet”, özellikle Almanya birleşmeden önce Batı Alman devletine referansla kullanılan bir ifade. [e.n.]

[6] “Değersiz hayat” olarak çevrilebilecek bu ifade, Nazi Almanyası’nda insandan aşağı görülen ve toplumdan soyutlanıp yok edilmesi gerektiği düşünülen kesimlere yönelik kullanılan “yaşamaya değer olmayan hayat” tabirine dayanıyor. Burada bahsi geçen film de muhtemelen 1942 yılında Naziler tarafından üretilen bir propaganda filmi olan Dasein ohne Leben. 2016 tarihli “Ağustosta Sis” filmi de akıl hastanesine yatırılan 13 yaşındaki Yeniş (Avrupalı göçebe bir topluluk) bir çocuğun Naziler tarafından uygulanan ötenazi programına tanıklığını konu ediniyor. [e.n.]

[7] Sömürgecilik ve Nazizm arasındaki yapısal bağlara dikkat çeken en çarpıcı metinlerden biri, sömürgecilik karşıtı entelektüel hareketin önde gelen isimlerinden Martinikli düşünür ve siyasetçi Aimé Césaire’in ilk defa 1950 yılında yayınlanan Sömürgecilik Üzerine Söylev (Discours sur le colonialisme) adlı eseridir. Nazizm’in sebep olduğu şiddet ve yıkımla şok olan Avrupa’ya şöyle seslenmiştir Césaire: “Evet, karşılaştıkları barbarlığın adi Nazizm’di, ama [Avrupalılar] bu barbarlığın kurbanı olmadan evvel onun suç ortaklarıydılar. Kendi üzerlerinde tatbik edilmeden önce Nazizm’i müsamaha ile karşılamışlardı; Nazizm’i mazur gördüler, görmezden geldiler ve meşrulaştırdılar. Çünkü o zamana kadar Nazizm sadece Avrupalı olmayanlara uygulanıyordu. Hakikat şu ki, Nazizm’i onlar besleyip büyüttüler… 20. yüzyılın o pek güzide, pek insancıl Hristiyan burjuvazisi, içinde bir Hitler taşıyordu… Hitler’i [bugün] affedememelerinin sebebi, onun işlediği suçlar, insanlığa karşı işlenmiş suçlar ya da insanlığın bu derece aşağılanmış olması değil. Hitler’i affedemiyorlar çünkü bu suçlar beyazlara karşı işlendi; aşağılanan beyaz adamdı; ve o zamana kadar sadece Cezayir’in Araplarına, Hindistan’ın “gündelikçilerine” ve Afrika’nın “pis zencilerine” reva görülmüş olan sömürgeci pratikler Hitler tarafından bu sefer Avrupalılar üzerinde tatbik edilmişti.” [e.n.]

[8] 1990’larda üretilen agnotoloji (agnotology), cahilliğin sırf bilgi eksikliği olarak değil, aynı zamanda kasıtlı olarak üretilmiş yanlış ve hatta fazla bilgi boyutuyla da incelenmesi gerektiğini savunan, bilgi sosyolojisinin bir alt alanıdır. Bkz. Agnotology: The Making and Unmaking of Ignorance. [e.n.]

Yazar: Sabine Broeck

Yayın Tarihi: 29 Kasım 2023

Kaynak: The Massachusetts Review

Çeviri: KARPUZ

Manşet Fotoğrafı: Fabian Sommer/DPA/Getty Images

Leave a Reply