Skip to main content

Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, 1 Ağustos 2025 tarihinde The New Yorker tarafından yayınlandı. Filistinli gazeteci-yazar Muhammed Meheviş tarafından kaleme alınan bu yazı, Gazze’de çok zor şartlar altında hizmet vermeye devam eden psikolog ve psikiyatristlerin, neredeyse iki yıldır devam eden soykırımın yol açtığı toplumsal yıkımın boyutlarına dair birinci elden şahitliklerine yer veriyor. Yazısında, süregiden travma halinin bilhassa çocuklarda bıraktığı derin ve onarılması zor etkilere vurgu yapan Meheviş, bu süreçte tükenmenin eşiğine gelen ruh sağlığı çalışanlarının gösterdiği olağanüstü çabadan bahsederken yaşadıkları güçlükleri de etkili bir dille anlatıyor. Metinde, “soykırım” kelimesi hiç kullanılmamış ve fail İsrail sadece bir kez zikredilmiş olsa da, İsrail tarafından bugüne kadar en az 18.500 Filistinli çocuğun öldürüldüğünü, 30 binden fazla çocuğun yaralandığını, uzuv kaybı yaşayan çocuk sayısının nüfusa oranla dünyada en yüksek olduğu yerin Gazze olduğunu; bahsi geçen bütün şiddet ve yıkımın, oldukça planlı, en gelişmiş teknolojik araçlar kullanılarak ve ilk anından itibaren tüm detaylarıyla kayıtlara geçen sistematik bir etnik temizlik operasyonu neticesinde gerçekleştiğini hatırlatarak bu çeviriyi istifadenize sunuyoruz.

Çizimler: Shira Seri Levi

Dr. Behzat el-Ahras’ın kliniğinin önünde kuyruk, güneş doğmadan önce oluşmaya başlıyor. Çıplak ayaklarla ya da pörsümüş sandaletlerle arka arkaya dizilen bedenler yarı karanlıkta, “sağlık hizmeti” denilen şeye sıra gelmesini bekliyorlar. Onun kliniği nerede olması gerekiyorsa orada: bir sığınma tesisinin köşesinde, avluda dolaşırken hareket halinde, ya da rüzgar izin verirse iki direk arasına gerilmiş bir çarşafın arkasında. Çoğu zaman, el-Ahras hastalarını Gazze Şeridi’nin güney ucundaki el-Mevasi’de, yüzlerce başka çadırın arasına sıkışmış bezle çevrili bir alanda muayene ediyor.

Çocuk ve ergen psikiyatristi olan el-Ahras, 2024’ün başlarında bir İsrail hava saldırısında evini kaybetti. Ailesiyle birlikte defalarca yerinden edildi; içinde çok fazla bedenin, çok az alana tıkışıp kaldığı çadırlarda yaşıyorlar. Orada bez duvarlar bile terliyor. Artık beyaz duvarlarla çevrili bir ofiste oturmuyor, yaka kartı takmıyor. Ama çalışmaya devam ediyor; çoğu çocuk olmak üzere günde elliye yakın hasta görüyor. Düzenli olarak gördüğü hastalardan biri, henüz on dört yaşına basmamış genç bir kız çocuğu. Tüm ailesini yok eden bir hava saldırısından sağ kurtulmuş. Gözlerini yoğun bakımda açmış; yapayalnız, herkesin nereye gittiğini anlayamadan. Şimdi el-Ahras’ın karşısında oturuyor, sessizce. Sonra tekrar tekrar soruyor: “Onları geri getirebilir misiniz?” El-Ahras’ın buna verecek bir cevabı yok. Elinde sadece bir kalem ve küçük bir boyama kitabı var; duygularını ifade edebilmesi ve işleyebilmesi için bir umut genç kıza uzatıyor.

Neredeyse tamamen işlevsiz hale gelmiş sağlık sistemi ve yok denecek kadar az kaynakla çalışan el-Ahras gibi uzmanlar, ellerinde kalan sınırlı imkanlara tutunarak çalışmaya devam ediyorlar: psikososyal destek, bilişsel davranışçı terapi (BDT) ve doğaçlama başa çıkma stratejileri. Nefes egzersizleri, duygu düzenleme yöntemleri ve zihne musallat olan düşüncelerle başa çıkma teknikleri öğretiyorlar. Mümkün olduğunda, bunaltıcı yük altında ezilen sağlık personeliyle iletişim kurup, ağır depresyon, psikotik atak veya intihar düşüncesinden muzdarip hastalar için sınırlı sayıda bulunan psikotrop ilaçlara ulaşmaya çalışıyorlar. El-Ahras’ın aktardığına göre, mevcut durumda mesleki dayanışma çoğu zaman yalnızca şu sorunun sorulduğu sesli mesajlardan ibaret: “Hala hayatta mısın?”

Sağlık çalışanları bazen ikincil travmaya maruz kalabilir; başkalarının acılarına tanıklık etmekten kaynaklanan bir tür duygusal yaralanma bu. Fakat Gazze’de ruh sağlığı çalışanlarının yaşadığı şey, ikincil değil; doğrudan, ağır bir travma. El-Ahras şöyle anlatıyor: “Hem mücadele ediyoruz, hem yas tutuyoruz, hem hayatta kalmaya çabalıyoruz ve tüm bunlarla birlikte çalışmayı da sürdürüyoruz. Kendi duygularıma yer kalmadı. Bağrıma taş olup oturuyorlar.” Hastalarıyla ilgilenmediği zamanlarda, su aramaya çıkıyor ya da kendi anne babasını sakinleştirmeye uğraşıyor. Ne not tutacak zamanı var, ne de yaşadıklarını sindirebileceği bir alanı. Yığılıp kalacağı bir yer bile yok. “Başkalarını tutmaya çalışıyoruz ki düşmesinler.” diyor. “Ama ben de düşüyorum, kimse fark etmese de.”

Gazze’de terapi, artık hayata tutunmanın dili oldu. Yirmi bir ayda 60 binden fazla can yitirildi. Ama görünmeyen kayıplar, dümdüz edilmiş mahallelerin ve yok olmuş toplulukların içinde saklı. Geride kalanlar ise kıtlığın pençesinde, çöken sağlık sisteminin enkazında ve her an yeniden kendini gösteren hayatta kalma korkusuyla baş başa.

Savaşta üç yüzüncü gün geride kaldıktan sonra UNRWA, Gazze’de yaşananların “kronik ve dinmek bilmeyen” bir travma olduğunu belirten bir rapor yayımladı. Bu durum, sürekli travmatik stres bozukluğu (C.T.S.D.) adı verilen, aralıksız travma altında yaşamanın yol açtığı kolektif bir yaralanma hali demek. Travmatik stres bozukluğu (P.T.S.D.) geçmişte yaşanan zorlayıcı bir olaydan sonra ortaya çıkarken, C.T.S.D., travmanın hiç bitmediği durumlarda gelişir. Gazzeliler hiç dinmeyen bir tehlikenin içinde yaşamayı kanıksamış durumda. Yavaş yavaş silinmekte olan bir geleceğin gölgesinde; sürekli teyakkuz halinde, duygusal olarak donuklaşmış ve ruhen kopuk bir şekilde var olmaya çalışıyorlar.

Savaşın çocuklar üzerindeki etkisi özellikle yıkıcı oldu. 2024 yılında UNICEF, Gazze’de yaşayan 1.2 milyon çocuğun neredeyse tamamının acil psikolojik ve sosyal desteğe ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Savaşın dokunmadığı tek bir çocuk bile kalmadı. Birçoğu geceyi uykusuz geçiriyor ya da çığlıklar içinde uyanıp korkuyla yanındakilere sarılıyor. Bazı çocuklar konuşma güçlüğü yaşamaya başladı. Kimileri taşlarla bombardıman sahneleri canlandırıyor, “hava saldırısı” adını verdikleri oyunlar oynuyor ya da ölümü taklit ediyorlar.

2024 yılı Şubat ayında UNICEF, en az 17 bin çocuğun ailesiz kaldığını ya da ailelerinden koparıldığını tahmin ediyordu. Nisan ayına gelindiğinde Gazze Sağlık Bakanlığı, 12 binden fazla yaralı çocuk tespit ettiğini duyurdu. Bu sayı, UNICEF’in raporuna göre 2025 itibariyle 50 bin ölü veya yaralı çocuğa ulaştı. Hayatta kalanlar ise yalnız, yerinden edilmiş ve ağır bir travmanın içinde. Psikolojik olarak tamamen savunmasız durumdalar. Üstelik bu son savaştan önce de Gazze’deki çocuklar psikolojik çöküş belirtileri gösteriyordu; Save the Children’ın 2022 tarihli araştırmasına göre çocukların yüzde seksen dördü korku, yüzde yetmiş sekizi ise yas ile yaşıyordu. Kasım 2024’te Gazze merkezli Community Training Center for Crisis Management tarafından yayımlanan bir başka rapor ise, mevcut savaşta hayatta kalan çocukların yüzde doksan altısının kendi ölümlerinin yakın olduğunu hissettiğini ve neredeyse yarısının ölmek istediğini ortaya koyuyordu.

Üç buçuk yaşındaki oğlum Refik bana ilk kez “Bugün ölecek miyiz?” diye sorduğunda 2023 Aralık’tı; savaş başlayalı iki ay olmuştu. Gazze Şehri’ndeki evimizin beton çatısını üzerimize yıkan patlamanın şokunu atlatamamış bir halde, titreyerek bir sedye üzerinde uzanıyorduk. Bizi kanlar içinde bulduklarında ailemin tamamı baygın haldeydi. Refik yerde kıvrılmış duruyordu; onu görebiliyordum ama ona dokunup sarılamayacağım kadar uzaktaydı. Enkazdan çıkarıldığımızda içimden geçen ilk düşünce şuydu: Bu, bir çocuğun hayatını sonsuza kadar değiştirecek bir an. O andan sonra, bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğini günbegün seyrediyorum.

Gazze’de ruh sağlığı yöneticisi olarak çalışan Nur Cerade, bu ruhsal kırılmaya her gün birebir şahit oluyor. Ses yalıtımı olmayan tıbbi çadırların içinde çalışıyor; her çadırda katlanır yataklar var ve yataklarla birlikte travmalar yan yana sıralanıyor. Hastalar yürüyerek geliyor; kimisi kilometrelerce yürümüş, kimisi de ne yapacağını bilemeyen ailesi tarafından getirilmiş. “Bazıları hiç konuşmuyor.” diyor Cerade. “Boş boş bakıyor, bazen birdenbire çığlık atıyorlar. Çoğu gözünü bile kırpmadan saatlerce ağlıyor.” Çocuklar, hala bir yerlerde normal bir hayat kalmış gibi, ona okula geri dönüp dönemeyeceklerini soruyorlar.

Cerade, bana 2024’ün başlarında yaşanan bir olaydan bahsetti. On dört yaşındaki bir çocuk, marketten bir şey almak için dışarı çıkmış. O gittiği sırada bir hava saldırısı evlerini yerle bir etmiş ve ailesinden küçük kardeşi dışında herkes ölmüş. Artık iki kardeş yapayalnızlar. Büyük kardeş Cerade’ye şöyle demiş: “Keşke ben de onlarla birlikte ölseydim.”

Önceden mütevazı bir terapi odası olan bir klinikte çalışıyordu Cerade; raflara dizilmiş oyuncaklar, bir halı ve resimli kitapların olduğu bir oda. Bu oda, bu kadar acıyı taşıyamayacak kadar küçük çocukların iç dünyasını dinlemek için bir alan sunuyordu. Şimdi ise, tıpkı el-Ahras gibi, elde kalan oyuncaklara ve birkaç renkli kaleme tutunuyor, çocuk hastalarını biraz olsun rahatlatabilmek için. “Onlara ağlamanın normal olduğunu anlatıyorum.” diyor. “Ama bunu fısıltıyla söylüyorum, çünkü kendimi tutamamaktan korkuyorum.”

El-Ahras ve Cerade için, bitmek bilmeyen acıların ortasında geleneksel terapi kalıpları iflas etmiş durumda. Savaş başlamadan birkaç ay önce, dünyanın dört bir yanından profesyonelleri bir araya getirerek bilgi paylaşımını ve iş birliğini teşvik etmeyi amaçlayan International Visitor Leadership Program kapsamında ABD’ye gitmişlerdi. Haziran 2023’te, yeni fikirlerle Gazze’ye döndüler; ancak çok geçmeden öğrendikleri her şeyi alt üst eden bir gerçekliğin içinde buldular kendilerini.

Savaşın başlamasından sadece birkaç gün sonra, Gazze’deki ruh sağlığı altyapısı çökmeye başladı. 5 Kasım 2023’te, Gazze Şeridi’ndeki bir psikiyatri hastanesi, saldırı sonucu hasar almasının ardından faaliyetlerini durdurdu. Bu süreçte, Gazze halkına hizmet veren ruh sağlığı klinikleri de güvenlik sebebiyle veya personel eksikliği nedeniyle ya kapandı ya da başka yerlere taşındı. Sonuç olarak, ruh sağlığı sorunlarıyla mücadele eden yaklaşık yarım milyon kişi temel sağlık hizmetlerine erişimini kaybetti.

İnsani yardım kuruluşları bu boşluğu doldurmaya çalışıyor, fakat krizin boyutu karşısında yetersiz kalıyorlar. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, 2024’ün sonlarına gelindiğinde, Gazze ve Batı Şeria genelinde yaklaşık 800 bin kişi bir çeşit ruh sağlığı desteği veya psikososyal destek almış bulunuyor. Bu destekler, UNICEF’in sağladığı çocuk dostu alanlardan, American Near East Refugee Aid gibi STK’ların sığınma tesislerinde ve kamplarda yerinden edilmiş çocuklara yönelik düzenlediği acil psikososyal faaliyetlere kadar uzanıyor. Ancak tüm bu girişimler çoğunlukla kısa vadeli ve yüzeysel; amaç, uzun vadeli iyileşme değil, toplumsal psikolojiyi geçici olarak dengede tutabilmek. Kitlesel yerinden edilme ve süregiden travmanın ortasında, uzun soluklu ve yoğun ruh sağlığı desteğine duyulan ihtiyaç hala hayati derecede önemli. UNRWA’nın 2024 Ağustos’undaki raporuna göre, Gazze’de yerinden edilmiş yaklaşık 1.3 milyon kişiden sadece on bini danışmanlık hizmeti almış, yaklaşık yedi bini ise psikiyatrik vakalar dahil olmak üzere özel tedavi görmüş durumda.

Cerade, bana beş çocuk annesi bir kadını anlattı. Savaş başlamadan önce sadece hafif bir depresyonu varmış. Ama sonra yerinden edilme, sevdiklerinin kaybı, evsiz kalması ve çadırlardaki açlık gelmiş. Kadın zamanla intihara meyletmiş. Cerade, ona sıfırdan bir bakım planı hazırlamış: bilişsel davranışçı terapi, nefes çalışmaları, antidepresan ilaçlar, duygusal denge kurma teknikleri ve hayatta kalmaya yönelik günlük rutinler. “Savaşın yaptığı tam olarak budur.” dedi Cerade. “Kontrol edilebilir bir rahatsızlığı, ölümle burun buruna getiren bir acil duruma dönüştürür.”

Çocuk psikoloğu, sağlık eğitmeni, terapist, öğretmen ve anne olan Erva el-Sekefi, savaş başlamadan önce, Gazze’de özel bir klinikte çalışıyordu. Çocukların duygusal yaralarını sarmalarına yardımcı oluyor, terapistlere psikolojik güvenliği nasıl inşa edeceklerini öğretiyor ve travma sonrası iyileşme üzerine atölyeler düzenliyordu. “Atölyem bir morga dönüştü.” dedi bana. Saldırıların ilk haftalarında kendini Birleşmiş Milletler çadırlarında, okul koridorlarında ve sığınma tesislerinde buldu; uzuvları kopmuş çocuklara, kardeşleri ve anne babaları hala enkaz altındayken kurtarılanlara yardım ediyordu. Kendi ailesi de üç kez yerinden edilmişti: önce Gazze Şehri’nden Deyr el-Belah’a, sonra Refah’a, en son da Zevaide’ye.

Sekefi, henüz yıkılmamış olan küçük bir merkezde çalışan az sayıdaki psikiyatristten biri. Onunla birlikte, travma odaklı bilişsel davranışçı terapi (BDT) ve anlatı terapisi uzmanı olan klinik psikolog Ğedir el-Şurefa, HEAL Palestine isimli kuruluşta, giderek küçülen bir ekibin içinde yer alıyor. Şurefa, bir yandan kamplarda ve sığınma tesislerinde travmanın izini sürerken, intihar düşünceleriyle boğuşan kaç genci tedavi ettiğinin hesabını artık tutamıyor. Elindeki dosya her geçen gün kabarmakta. “Bazen, kendi acım içimden yürüyüp geçiyor ve ben de öyle sessizce izliyormuşum gibi hissediyorum.” diyor. “Ama terapi, iyi gerçekleştiği zamanlarda, hem onlar için hem de bazen benim için nefes alacak bir alan sağlıyor.”

Şurefa bir seansta yerinden edilmiş bir grup kızla görüşmüş. Her biri top atışlarına, kopmuş uzuvlara ve alevlere tanıklık etmiş. Odaya sanki birbirlerinin yansıması gibi girmişler; duruşları aynı, gözleri boş ve donuk. Şurefa onlardan duygularını anlatacak bir renk seçmelerini istediğinde, çoğu ya siyah ya da koyu moru seçmiş. Ellerindeki kalemlerle tankları, annelerini ve kan çizmişler.

“Eşzamanlı bir travma yaşıyordu hepsi.” dedi Şurefa. “Bu, hala içindeyken geride bırakabilecekleri bir şey değil ama onu regüle etmeye çalışabiliriz.” Şurefa benle konuşurken sesi oldukça sakindi, neredeyse fısıldıyor gibiydi. “Savaşta” dedi, “sessizlik sahicidir. Varlığım, bakışlarım, alçak ses tonum—bazen terapinin tamamı sadece bundan ibaret.” Seanslar çoğu zaman yakındaki patlamalarla bölünüyor. Oda sarsılıyor, kapı savruluyor ve Şurefa hastalarıyla birlikte koşarak kaçıyor. Ama her defasında, danışanlarına bir cümle, bir dokunuş bırakmaya çalışıyor. “Devam edeceğiz.” diyor onlara. “Sizi asla bırakmayacağız.” Hem Sekefi’nin hem de Şurefa’nın geri dönmemek için yeterince sebebi var. Ama gelmeye devam ediyorlar. Birbirlerine yaslanıyorlar. Duaya tutunuyorlar. Konuşmaya mecali kalmayan meslektaşlarının bakışlarında dayanışıyorlar. Sekefi, bedenleri pes etmek üzereyken bile birbirlerini devam etmeye teşvik ettiklerini söylüyor.

Bu savaşı aylarca sahada takip ettim; yıkımı ve açlığı yazarken, aynı zamanda bizzat yaşadım. Başkalarının ölümleri üzerine yazarken, geceleri hayatta kalıp kalmayacağımı bilmeden uyudum. 7 Nisan 2024’te Gazze’den ayrıldım. Artık kendi güvenliğimden endişe etmiyorum ama orada kalan sevdiklerim için her an korku içindeyim. “Yıkımın tam ortasında” dedi Cerade, “birbirimize tutunuyoruz; bazen sadece bir sonraki saate kadar ayakta kalabilmek için.” Ben de aynısını öğrendim; Gazze’deyken de, uzaktayken de.

Bu durumu anlatan bir psikoloji el kitabı yok, buna dayanmayı mümkün kılacak bir teşhis de. Çöküşün dilini, ancak yaşayarak öğreniyorsunuz. Yas döngüsüyle başlıyor: Önce yakın akrabalar, ardından komşular, sonra arkadaşlarınız ve isimlerini bilmediğiniz çocuklar için yas tutuyorsunuz. Ben önce arkadaşlarımı kaybettim, sonra ailemi, sonra oturduğum mahalleyi, ardından kendileriyle açlığı ve haberleri paylaştığım meslektaşlarımı; gökyüzü üzerlerine çökse de haber yapmaya devam eden gazetecileri. Yas hiç bitmeden, sürekli başa dönüyor.

Ardından baş dönmesi geliyor: “Neden ben değil? Neden ben, çocuğum kucağımda enkazdan sağ çıkarıldım da başka bir adam beş çocuğunu birden kaybetti?” Bu sorular genzime yapışıyor, toz toprak gibi. Korku peşinden geliyor; şekli yok, zamanı yok. Bir sonraki patlamayla değil; çarpılan bir kapıyla, sertçe inişe geçen bir kuşla, ateş sesi gibi yankılanan bir öksürükle tetikleniyor. Bedenim, o gün o çatının altında, oradan sağ çıkıp çıkamayacağımızı henüz bilmiyorken nasıl iki büklüm olduysa, yine öyle oluyor. Ruh bedenden sökülüyor. Görüştüğüm ruh sağlığı uzmanları, tepki vermeyi bırakan çocuklardan, adlarını duysalar dahi cevap vermeyen bebeklerden, artık hiç ağlamayan çocuklardan söz etti; etrafta yürüyen ama ruhen orada olmayanlardan. Sonra terapist tükenmişliği geliyor; görünmeyen bir çöküş hali. Şurefa, bazı zamanlar kendi acısının başkasında dile geldiğine şahit olduğunu söyledi.

El-Ahras’ın ifade ettiği gibi: “İnsanlar artık hiçbir şey hissetmediklerini söylüyorlar. Ağlayamıyorlar. Sevemiyorlar.” İyileşmeyi kimse konuşmuyor, hayatta kalmayı başarabilenlerimiz bile. Yalnızca bedene tutunmaya çalışan bir bilinç. Bazı sabahlar uyanıyor ve nefesimi yokluyorum, bulamayacağımı sanarak. Ama buluyorum. Ve şimdilik bununla yetinmek zorundayım.

Yazar: Muhammed Meheviş

Yayın Tarihi: 1 Ağustos 2025

Kaynak: The New Yorker

Çeviri: KARPUZ

Manşet Fotoğrafı: Mohammed Abed/AFP

Leave a Reply