Skip to main content

Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, 29 Eylül 1979 tarihinde The Nation tarafından yayınlandı. ABD’de ırkçılık karşıtı mücadelenin sembol isimlerinden yazar James Baldwin, bu makalesinde Hristiyanlık, ırkçılık, Yahudilik ve İsrail’e dair çarpıcı görüşlere ve tespitlere yer veriyor. Kendilerini siyahlar karşısında konumlandıran Yahudilere, beyaz ve Hristiyan Avrupa’da maruz kaldıkları aşağılayıcı muameleyi ve eziyetleri hatırlatan Baldwin, bir nevi Yahudileri ait olduklarını düşündüğü yere, “ezilenlerin safına” dönmeye davet ediyor. 1960’larda birkaç kez ziyaret ettiği İsrail’den ilk başlarda övgüyle bahseden Baldwin, bu makalede de görüldüğü üzere ilerleyen yıllarda görüşlerini radikal bir biçimde değiştiriyor. Baldwin’e göre İsrail, Yahudilerin değil Batı’nın selameti için kurulmuş ve Avrupa’nın suçlarının bedelini masum bir halka ödetmekte olan Siyonist bir yapılanma.

“Yeniden Doğmuş Olan”a[1] Açık Mektup

Andrew Young’la tanışmadan evvel Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım.[2] Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu hatırlıyorum. Bana kalırsa Andy Martin’in “sağ kolu”ydu. O kendisini öyle tanımladığı için değil. Orada olduğu için, hiç şüphesiz oradaydı [Martin’in yanında]. Neler olduğunu gördü. Bildiklerinden ve gördüklerinden yüz çevirmeyerek sorumluluğunun gereğini yerine getirdi. Andy’nin kendisini tarif etmeye çalıştığına sadece bir kez şahit oldum: O da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, o akşam, Hristiyanlığa hizmet etmenin onun için ne anlama geldiğini öğrenmiş oldum. Bunu biraz açıklayayım.

Yeni Ahit’ten bir alıntı: “Matta 25:40: [Siz ki] kardeşlerimin en düşkünleri için ne yaptıysanız, benim için yapmış sayılırsınız.”

Batı dünyasına söylenmesi gerekenleri söylemekten hiç de yorulmuş ve sıkılmış değilim. Örneğin; siyah demek, köle demek değildir. Size tavsiyem; bu çarpıcı, hazmetmesi zor ve istenmedik mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Tekrar duyacaksınız bunu. Açık konuşmak gerekirse, Batı dünyasının bundan böyle duyması muhtemel tek mesaj bu.

Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü böyle olması gerekiyor. Ve çünkü şimdi, bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi: “Benim Hristiyan oluşum ağır bir bedel gerektirdi/Ben İsa Mesih’e aitim.”[3] Ayrıca eski bir İncil hizmetkarı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem öğretilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu öğretileri unutmadım. Ve asla unutmamak için tüm içtenliğimle dua ediyorum. Bugün kendilerine “yeniden doğdum” diyen insanlar, Celileli adamın [İsa’nın] muhtemel ki kapısının önünden geçmeyeceği, dünyanın en zengin, en seçkin kulübünün üyeleri haline gelmiş bulunuyorlar.

“Kardeşlerimin en düşkünleri için ne yaptıysanız, benim için yapmış sayılırsınız.” Bu ağır bir söz. Bununla yaşamak kolay değil. Birbirimize karşı sorumluluğumuza dair tokat gibi bir ifade. İnsanın ahlaki seçimlerine yön veren zahmetli bir hakikat. Benim tarihim, bedenim ve ruhum, Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unuttuğuna dair şahitlik ediyor. Bana kalırsa, dünyanın en meşhur yeniden doğmuş Hristiyanının [Jimmy Carter’ın], Andrew Young’ı içine sokmayı başardığı çıkmaz da öyle.

Andrew Young ve Jimmy Carter Beyaz Saray’da sohbet ederken

Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şey, şunları artık yapamadığınızda ortaya çıkan sonuçları beceriksizce örtmeye çalışmaktan ibaret: Artık piyasaları kontrol edemediğinizde; (sömürgeleriniz size değil) siz sömürgelerinize muhtaç olduğunuzda; artık köleniz kalmadığında (ve hala sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde); tamamen ayık bir kafayla bakarsanız eğer Deniz Piyadelerini veya Kraliyet Donanmasını küresel bir savaş riskini almadan herhangi bir yere gönderemediğinizi fark ettiğinizde; (iş ortaklarınız veya “uydularınız” haricinde) herhangi bir müttefikiniz kalmadığında; ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her bir sözü çiğnediğinizde. Ne söylediğimi biliyorum: Büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı”[4] asla alamadı; soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda[5] ya da sokaklarda ölüyor; ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan hiçbir anlaşmaya uyulmadı. Elde etmesi zor bir başarı bu.

Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. I. Dünya Savaşı sırasındaki Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana, Filistin İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın yarışı önde götürdüğüne bağlı olarak toprakları bir Araplara bir Yahudilere vaat etti. Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak [ele alınması gereken] Siyonistler, birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğu’nu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğu’nun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.

Ancak kimsenin Yahudileri umursadığı falan yoktu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitist olduklarını söylemekte fayda var. Beyaz Amerikalıların siyah köleleri Liberya’ya göndermekteki niyetleri onları özgürlüğüne kavuşturmak değildi; o insanlar bugün hala Firestone Kauçuk Plantasyonu [Şirketi] için köle gibi çalışıyorlar. Beyaz Amerikalılar onları hor görüyorlardı ve onlardan kurtulmak istediler. Lincoln’ın niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “iltica etmeleri” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirgesi’nin yaptığı şey, henüz bir birlik olarak nitelendirilemeyecek bir ülkenin başkanının siyasi otoritesi altında yaşamayan köleleri özgürleştirmekti.

Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu arasındaki; Hristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi arasındaki; Yahudilerin Hristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı zamana denk gelmişti. Hiç kimse Venedik Taciri[6] ile Tefeci[7] arasındaki bağlantıyı görmüyor mu? Her iki eserde de sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi, Yahudi, Hristiyan’ın kirli tefeci işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı toplamaya gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o topluyordu. Doğrusu şu ki, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun yıllar temizlik yaptığımız binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.

Tefeci (1964) filminden bir sahne

Ve aptal değildim. Örneğin, bakkal ve eczacı Yahudi’ydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı beyazdı. “İsa’yı Yahudiler öldürdü” şeklindeki aşağılık, düpedüz korkakça suçlama, bir an için bile hayatımda yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışanlar Yahudiler değildi.

Fakat İsrail devleti Yahudilerin selameti için kurulmadı; Batı’nın çıkarlarının selameti için kuruldu. Bugün artık gözle görülür olan şey budur (benim için geçmişten bu yana net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler, otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın sızlayan Hristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.[8]

Son olarak: Avrupa’nın küstahça Orta Doğu diye adlandırdığı yerde (Avrupa nereden bilecekti? Hindistan’a giden bir geçit bulmakta bile bu kadar başarısız olduktan sonra) Filistinlileri hesaba katmadan barışı tesis etmek kesinlikle—tekrar ediyorum, kesinlikle—mümkün değil. İran Şahı’nın devrilişi sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol verdiğini ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Bir baktık ki bu ülke, hadi ismini verelim, beyaz Güney Afrika’ymış.

Evet. Amerika’daki Yahudi; beyaz bir adam.[9] Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsayımına göre, kendisini Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek güvencesi benim. Ama o hala Hristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunun farkında.

Dostum Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle bir katliamı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.

[1] Metinde sıkça geçen “born again Christian” tabiri, inançlı kişilerin Tanrı’yla daha bilinçli bir ilişki kurmaları üzerine kendilerini yeniden Hristiyan olmuş gibi hissetmelerini ifade ediyor. 1960’larda muhafazakar Evanjelistler tarafından popülerleştirilen kavram, Jimmy Carter, Ronald Reagan ve George Bush dahil birçok ABD’li siyasetçi tarafından da kullanıldı. Baldwin, bu kavram üzerinden bir retorik geliştirerek siyasi olarak gücü elinde bulunduran beyazlara karşı, asıl yeniden doğan Hristiyanların, hala ödemekte oldukları bedellerle siyahlar olduğunu ima ediyor. [e.n.]

[2] Makalede çokça ismi geçen Andrew Young, sivil halklar hareketinin önemli bir ismi ve ABD’nin ilk Afro-Amerikalı Birleşmiş Miller temsilcisi. Baldwin bu makaleyi, Young’ın BM temsilcisiyken 1979’da bir Filistin Kurtuluş Örgütü delegasyonuyla görüştüğü haberinin sızması üzerine, ABD Başkanı Carter tarafından istifa ettirilmesinin hemen ardından kaleme alıyor. [e.n.]

[3] Şiirin orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz. [e.n.]

[4] Amerikan İç Savaşı’nın son yıllarında, kölelikten kurtulan siyahların ekonomik bağımsızlığa kavuşabilmesini sağlamak adına kendilerine 40 dönümlük bir arazi ve tarımda kullanılmak üzere bir katır verilmesi vaat edilmişti. Daha sonraları plan rafa kaldırıldı. [e.n.]

[5] Kızılderili rezervasyonları (Indian reservations), topraklarından sürülen Kızılderili topluluklara ABD federal yönetimince tahsis edilmiş yarı-özerk yerleşim bölgelerine verilen ad. [e.n.]

[6] Yahudi bir tefecinin hikayesini ele alan The Merchant of Venice, ilk defa 16. yüzyılın sonlarında sahnelenmiş, Shakespeare’in en meşhur eserlerinden bir tanesi. [e.n.]

[7] The Pawnbroker, Edward Lewis Wallant tarafından 1961 tarihinde kaleme alınan ve 1964’te sinemaya uyarlanan, Harlem’de yaşayan bir Yahudi’nin hikayesini ele alan bir roman. [e.n.]

[8] Kendisiyle 1973’te yapılan bir röportajda Baldwin benzer bir vurguda bulunmuştu: “Hristiyan Batılı milletlerin çektiği vicdan azabı İsrail devletinin kurulmasına yardımcı oldu. . .  Son yirmi beş ya da otuz yıldır mülteci kamplarında bulunan insanların [Filistinlilerin], Yahudilerin ve Arapların uzun süredir [birlikte] yaşadıkları Filistin toprakları üzerinde eşit haklara sahip olmamaları benim için kabul edilemez.” [e.n.]

[9] Bu meseleye dair Baldwin’in, 1967 senesinde The New York Times Magazine’de yayınlanmış çarpıcı bir makalesi bulunmakta. [e.n.]

Yazar: James Baldwin

Yayın Tarihi: 29 Eylül 1979

Kaynak: The Nation

Çeviri: KARPUZ

Leave a Reply