Skip to main content

Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, 20 Aralık 2024 tarihinde Red Letter Christians sitesinde yayınlandı. Filistinli Hristiyan lider Munther Isaac tarafından, Hz. İsa’nın doğduğu şehir Beytüllahim’de verilen Noel vaazının yazıya dökülmüş hali olan bu metin, adalet, hakikat ve barış mücadelesinin hem dini hem insani bir sorumluluk olduğunu hatırlatıyor. Isaac, Filistin halkının direnişini ve yaşadığı acıları, Hz. İsa’nın Romalı yöneticilere karşı sergilediği direnç ve çarmıha gerilişiyle özdeşleştirerek, tanrının her zaman adaletin ve ezilenlerin yanında olduğunu güçlü bir şekilde hatırlatıyor: “Ve bugün diyoruz ki: Hakikat ve adaletin tanrısına olan inancımız bizim umudumuzdur. Bugün O’na yakarmaya devam ediyoruz, çünkü bizi duyduğuna inanıyoruz; iyilik ve adaletine iman ediyoruz. Çünkü mazlumların yanında olduğunu biliyoruz.”

440 gün oldu. 440 gün boyunca süren bir bombardıman. Hiç durmadan. 440 gün boyunca açlık. 17 yıllık bir kuşatma ve esaretin üstüne. On binlerce insan öldü. Yaralandı. Ömür boyu sakat kaldı. Hapsedildi. Aç bırakıldı. 17 binden fazla çocuk öldürüldü. Adeta teker teker öldürülmelerini izlemiş gibiyiz. Gazze halkı, 440 gün boyunca nasıl infaz edildiğini canlı canlı paylaşıyor; diri diri yakılıyorlar. Ve biz buna engel olamıyoruz.

Trump, rehinelerin ocak ayında serbest bırakılmaması halinde cehennem azabı yaşanacağını söyledi. BURASI ZATEN CEHENNEM! Neden bahsediyor bu herif? Ki bu cehennem 7 Ekim’den önce de vardı, 16 yıl boyunca. Ve tabii ki kimsenin Filistinli rehinelerden bahsettiği yok.

Başka bir Noel’e daha girdiğimize ve soykırımın hala devam ettiğine inanmak güç. Daha da genişledi bu soykırım. Söyleyecek sözümüz kalmadı. Bunu durdurabilecek gücümüz olmadığını görüyoruz. Karar vericiler bunun devam etmesine müsaade etmekten çekinmiyor. Onlar için Filistinliler gözden çıkarılabilir. Her şeyin farkındalar. İzliyorlar. Bu soykırımın dehşeti her şey olup bittikten sonra ortaya çıkacakmış gibi sanki. Hayır, her şey belgeleriyle ortada. Hepimiz izliyoruz. Bu soykırımı gerçekleştirenler, o acımasız askerler ve onların efendileri, insanlığa karşı işledikleri suçların görüntülerini açık açık paylaşıyor ve bununla övünüyorlar. Silinmemizden ve yok edilmemizden zevk alıyorlar.

İsrailli haber kaynakları, keyifleri istedi diye kim daha çok sivili öldürecek diye yarışan askerler hakkında haberler yapıyor. Ve bu durum sadece “emirleri uygulayan” askerlerden ibaret değil. Bu bir tür eğlence faaliyetine dönüştü. Bir tepenin üzerine çıkıp infazımızı canlı olarak izleyebilirsiniz, bunun için turistik bir alan var. Ya da ailecek bir tekne turu! Gazze’ye düşen bombaları izleyerek geçirilen sıradan bir öğleden sonra faaliyeti. Yaşananları kutluyorlar. Bu onlar için bir eğlence haline geldi. Bizi insan olarak görmüyorlar. Çünkü yerleşimci sömürgeciliğinin mantığına göre bu topraklar “insansız”dı; buradaki varlığımızı çok iyi bilmelerine rağmen.

(…)

Soruyoruz bugün: Nerede kaldı insanlık? Bu ölçekte bir soykırım normalleştirilirken, hatta kutlanır hale gelirken kolektif insanlığımız için gerçekten endişe duyuyorum. Ruhlarımız için endişeleniyorum, çünkü enkaz altından çıkarılan cansız çocukların, bombalanan plastik ve bez çadırların ve açlıktan ölen insanların görüntülerine alıştık. Nasıl oldu da bu denli hissizleştik? Nasıl oluyor da olan biteni izlemeye devam edebiliyoruz? Kendi içimizde buna direnmeliyiz. Bu duruma razı olamayız. Giderek artan ilgisizliğe karşı mücadele etmeliyiz. Dinlenmemeli ve de yorulmamalıyız. Bunu yapmazsak sadece Gazze halkını değil, kendi insanlığımızı da yüzüstü bırakmış oluruz (…)

Geçen yıl sessizliğin suç ortaklığı olduğunu söylemiştim. Artık o noktayı geride bıraktık. Duyarsızlık insanlığa ihanettir. Hem kendinizin ve hem Gazze’dekilerin insanlığına.

(…)

“Bir daha asla” sadece bir slogan. Bomboş bir laf. “Bir daha asla” tüm halklar için bir daha asla anlamına gelmeliydi. “Bir daha asla” denen, geldi oldu bir kez daha! Bir daha kendini üstün görme. Bir daha ırkçılık. Bir daha soykırım.

Ve ne yazık ki, bir kez daha İncil silahlaştırıldı ve bir kez daha Batı kilisesi sessiz kalarak suç ortağı haline geldi. Kilise bir kez daha gücün, imparatorluğun yanında yer aldı.

(…)

Tüm deliller apaçık ortada. Gerçek, herkesin görebileceği kadar açık. Asıl mesele bunun bir soykırım olup olmadığı meselesi değil; tartışmamız bu değil. Asıl mesele şu: Dünya ve kilise neden yaşananları soykırım olarak adlandırmıyor? İnkar etmeniz, görmezden gelmeniz ve soykırım ifadesini kullanmaktan kaçınmanız çok şey anlatıyor. Yıllarca bize uluslararası hukuk ve insan hakları konusunda vaaz vermeniz ikiyüzlülüğünüzü ortaya koyuyor. Biz Filistinlileri nasıl gördüğünüze dair çok şey söylüyor. Ayrıca ahlaki ve etik değerleriniz hakkında da çok şey söylüyor.  Gerçeklerden yüz çevirdiğinizde, zulmü olduğu gibi adlandırmayı reddettiğinizde kim olduğunuz her şeyiyle ortaya dökülüyor.

Yoksa gerçekleri olduğu gibi kabul eder, bunun bir soykırım olduğunu söylerseniz, bunun suç ortaklığınızı itiraf etmek anlamına geleceğini mi düşünüyorsunuz? Ne de olsa bu yaşananları pek çoğunuz “adil” bir savaş ve bir “meşru müdafaa” olarak görmüyor musunuz?

Soykırım bir gün sona erecek. İnşallah en kısa zamanda, diye yakarıyor ve dua ediyoruz. Ama tarih insanların nerede durduğunu hatırlayacak. Ne söylediklerini. Kimse farkında olmadığını iddia edemeyecek. İşte bu yüzden ısrarla vurguluyoruz ki bu mesele, Gazze ya da Filistin’den çok daha büyük bir mesele. Sömürgeciliğin, kendini üstün görmenin, “güçlü olan haklıdır” mantığının, militarizmin, ırkçılığın ve köktendinciliğin Filistin’de nasıl bir araya geldiğini görüyoruz.

Filistin insani ve ahlaki bir davadır. Geçenlerde bir arkadaşımın da belirttiği gibi, kilise için bu yaşananlar aynı zamanda teolojik bir kriz anlamına da geliyor. Bu, şahitliğimizin itibarıyla ilişkili. İşte burada hatalı bir teolojinin trajik sonuçlarıyla yüz yüze geliyoruz. Aslında bu durum, “hatalı bir teoloji” ya da ideolojinin çok ötesinde. Hem siyonizm hem de Hristiyan siyonizmi bir üstünlük ideolojisidir. Bu ırkçılıktır. Tanrı’yı kendi suretlerinde ırkçı bir kabile tanrısına dönüştürdüler. Bunun adını koymamız gerekiyor artık.

Bugün ayrıca, çoğu zaman ağır bedeller ödeyerek adalet ve hakikatin yanında duran herkesi; insanlıktan çıkmaya ve çıkarmaya hayır diyen herkesi anmak istiyoruz. Sizleri selamlıyoruz. Dayanışma, doğası gereği bedel ödemeyi gerektirir. 440 gün boyunca kiliselerde, camilerde ve sinagoglarda, sokaklarda, üniversitelerde, hükümet binalarında, silah fabrikalarının önünde, protestolarda, etkinliklerde, lobi faaliyetlerinde… her nerede ses çıkardıysanız sesinizi duyduk.

Ağlıyoruz, eziliyoruz, acı çekiyoruz. Ve haykırıyoruz: Daha ne kadar sürecek, ya Rab? Neden, ya Rab? Neden buna izin veriyorsun ve neden sessiz kalıyorsun? İnsanlık, Herides’in yolunu seçti. İnsanlık, gücü ve zalimliği yüceltti. Hakimiyeti, açgözlülüğü, silahları ve hatta başkalarının yok edilmesini şiar edindi. Hirodes, ne ilkti ne de son olacak. İmparatorluğun özü budur. Ve biz de tanrıyı bu surete büründürdük ve O’nu bir savaş tanrısına dönüştürdük!

Bu aynı zamanda dışlayıcı bir zihniyetin sonucudur. Tanrıyı bile kabileci, seçici ve dışlayıcı bir hale getirdik; bir halkı diğerine, bir dini diğerine, bir ulusu diğerine tercih eden bir tanrı. Kendi ırkçılığımızla tanrıyı da ırkçı yaptık!

Ama soru hala geçerli: Tanrı neden sessiz? Rachel çocukları için daha ne kadar ağlayacak? Gazze daha ne kadar ağlayacak? Bu soruyu sormaya devam ettik, ta ki tanrının vücuda bürünerek [İsa suretinde] bizimle aynı kaderi paylaştığını görene dek. O çocukluğunda hayatta kaldı, ama gençliğinde değil. Çocukken kaçtı, yerinden edilmiş bir mülteci oldu Mısır’da, ama gençliğinde hayatta kalamadı. O, İmparatorluk anlayışı, güce tapınma ve aşırılık tarafından çarmıha gerildi, öldürüldü. Bizim kaderimizi, bizim acılarımızı paylaştı ve bugün biz nasıl haykırıyorsak o da öyle haykırdı: “Tanrım, Tanrım, neden beni terk ettin?”

Bu nedenle geçen yıl “Mesih enkaz altında” demiştik, bu yıl ise “Mesih hala enkazın altında” diyoruz. İsa’nın yeri, dışlanmışların, işkence görenlerin, ezilenlerin ve yerinden edilenlerin yanıdır (…)

Bugün, Beytüllahim’in çocuğu olan İsa’yı düşünelim (…) Bu çocuk, Hirodes’in tahtını sarstı. Kimileri “Roma İmparatorluğu”ndan bahsedebilir ya da Hirodes’i “büyük bir lider” olarak yüceltebilir, ama biz Hristiyanlar, bir katliamdan kaçan mültecilerin çocuğu olarak doğmuş bir bebeği ilahilerle anarız. Ve her ikisine birden aynı anda kulluk edemezsiniz. “Enkazdaki Çocuk” imgesi, kalplerimizde ve zihinlerimizde derinlere kök salsın diye dua ediyorum. O, aramızda doğdu ve en zor, en sert koşullar altında dünyamıza girdi. Ailesi, hayatını korumak için büyük acılar çekti. Beytüllahim’in çocukları katledildi, ama hepsi değil. İsa, bu soykırımdan sağ çıktı, ailesiyle birlikte Mısır’da mülteci oldu, ardından kendi topraklarına ve halkına geri dönerek hizmet etti, inşa etti, çalıştı ve kurtuluş ile kefaret getirdi. Bu dirençli çocukta ve ailesinde umudu buluyoruz. Bugün harabelerin arasında gördüğümüz bu çocuk, bir zamanlar Pilatus ve Hirodes’in önünde durdu, ölümle yüzleşti ve zafer kazandı, bizlere sonsuz kurtuluşu bahşetti.

Bu umut ve inançla dayanmaya devam ediyoruz. Umutsuzluğa teslim olmayı reddediyoruz, çünkü bizim inancımız diriliş inancıdır. Enkazın ortasından bir yaşam filizi yükselecek ve yeni bir şafağın müjdecisi olacak. Adaletin ve iyileşmenin yeşereceği ve asmanın gelecek nesilleri besleyen meyveler vereceği bir hasadın güvencesi. Şair Mahmud Derviş’in dediği gibi: “Ölen bir başağın taneleri, vadiyi yeni başaklarla doldurur.”

440 gündür Filistin’in direnişi (sumud) devam ediyor.[1] Aslında, 76 yıllık bir direniş bu. Ancak umudumuzu kaybetmedik ve kaybetmeyeceğiz. Evet, bu 76 yıldır devam eden bir Nekbe, ama aynı zamanda 76 yıldır devam eden bir Filistin kararlılığı ve direnişi; hakkımıza ve adalet davamıza sarılma hikayesi. 76 yıldır barış için dua ediyor ve şarkılar söylüyoruz. Biz inatçı bir halkız. Meleklerin sözlerini tekrar etmeye devam edeceğiz: Şanı yüce tanrıya şükürler, yeryüzünde barış olsun!

Ve bugün diyoruz ki: Hakikat ve adaletin tanrısına olan inancımız bizim umudumuzdur. Bugün O’na yakarmaya devam ediyoruz, çünkü bizi duyduğuna inanıyoruz; iyilik ve adaletine iman ediyoruz. Çünkü mazlumların yanında olduğunu biliyoruz! “Biliyorum, Rab mazlumun davasını savunur, yoksulları haklı çıkarır” (Mezmur 140:12).

Kararlılığımızda ve direncimizde sebat ederken (sumud), her bir Hirodes’in gelip geçeceğini, her bir Sezar’ın yok olup gideceğini, çünkü imparatorlukların bir son kullanma tarihi olduğunu bilen ve böyle inanan bir imana sahip olalım. Ve unutmayalım ki dünya güçlülere değil alçakgönüllü olanlara miras kalacak. Acı ve zulüm içindeyken, ölümün son sözü söylediğini, Hirodes’in egemen olduğunu düşünebiliriz. Ancak iman gözüyle baktığımızda, son sözün tanrıya ait olduğunu görürüz; ve bu söz ölüm ve karanlığın değil, yaşam ve aydınlığın sözüdür. Noel’de tanrı konuştu ve bu söz Mesih’tir. Mesih doğdu! Haleluya! Yeryüzünde barış, Haleluya! Darısı bugünün başına. Amin!


[1] “Sumud” (صمود) Filistin Arapçasında sıkça kullanılan ve “kararlılık, sebat, direnç” anlamına gelen bir terim. Genel anlamıyla, İsraillilerinin Filistin topraklarını ele geçirerek yerleşmesine karşı Filistinlilerin gösterdiği direnişi ifade ediyor. Biz de “direniş” olarak çevirmeyi tercih ettik. [ç.n.]

Leave a Reply