Giriş
Hamas’ın 7 Ekim’deki korkunç saldırısından bu yana, İsrail’in, hükümetimizin [Amerikan hükümetinin] onayı ve maddi yardımlarıyla Gazze Şeridi’nin tutsak sakinlerini bombaladığını ve bir milyondan fazla insanı yerinden ettiğini izledik. Dünyanın dört bir yanındaki protestocular İsrail’in uyguladığı şiddete karşı öfkelerini dile getirirken, Amerikan solunda da bir dizi tartışma yaşandı: İsrailli 1.400 kişinin ölümünün yasını tutmanın İsrail’in askeri vahşetini örtbas edip etmediği ya da üzüntüyü dile getirmemenin Hamas’a göz yummakla eşdeğer olup olmadığı; şu anda başvurulacak doğru tarihsel analojinin 11 Eylül mü yoksa Cezayir bağımsızlık hareketi mi ya da Güney Afrika’daki apartheid karşıtı hareket mi olduğu; sokaklardakilerin ya da haber kanallarındakilerin tarih konusundaki cehaletlerini ele verip vermedikleri gibi.
Modern Ortadoğu tarihi uzmanı olan ve yirmi yılı aşkın bir süredir Journal of Palestine Studies’in editörlüğünü yapan Rashid Khalidi’ye görüşlerini sorduk. Columbia Üniversitesi Modern Arap Çalışmaları Edward Said Kürsüsü profesörü Khalidi’nin, aralarında son olarak The Hundred Years’ War on Palestine adlı kitabın da bulunduğu toplam sekiz kitabı var. Khalidi ayrıca 1990’lardaki barış görüşmeleri sırasında Filistinli müzakerecilere danışmanlık yapmıştır. Khalidi ile ABD’de, Orta Doğu’da ve başka yerlerde son haftalarda yaşanan olaylara verilen tepkiler, Siyonist projenin tarihi, geçmiş barış süreçleri ve bu dönemde genç aktivistlerin yapmasını arzuladığı ayrımlar hakkında konuştuk.
Ana akım söylemde son yaşanan olayların daha önce benzerinin görülmediği ve geçmişten bir kopuşu temsil ettiği ifade ediliyor. Durum ne ölçüde böyle? Eylül ayında Journal of Palestine Studies’de yazdığınız gibi, 2023 yılı Batı Şeria’daki Filistinliler için neredeyse yirmi yıldır yaşanan en kanlı yıl oldu. Şu anda gördüğümüz şey kaçınılmaz bir yangın mı?
Geçtiğimiz iki hafta içinde gördüklerimizi kimsenin tahmin edebileceğini sanmıyorum. Dünyanın en büyük ve tarihin en iyi istihbarat servislerinden birine sahip olan İsrail ordusunun ne olacağına dair hiçbir fikrinin olmaması—ki gelecekte bu istihbarat başarısızlığı üzerine soruşturma komisyonları kurulacak ve harp akademilerinde çalışmalar yapılacak—kimsenin bunu öngöremeyeceğini gösteriyor. Bunu tek bilenler bu saldırıyı başlatan kişilerdi. Aynı zamanda, işgal altındaki topraklarda ve İsrail’in içinde olup bitenlerin ayrıntılarına biraz olsun hakim olan herkes, er ya da geç bir tür patlamanın kaçınılmaz olduğunu varsayabilirdi. Hamas sadece Gazze’de faaliyet gösteren bir örgüt değil. Hamas Filistin çapında bir örgüt. Özellikle bu yeni hükümetin göreve gelmesinden bu yana, ama aynı zamanda bir önceki yıl, Batı Şeria’da öldürülen Filistinlilerin, yerleşimci saldırılarının, Harem-i Şerif’te ve Mescid-i Aksa çevresinde Yahudi ibadeti düzenleme girişimlerinin sayısındaki artıştan dolayı son derece tetiktelerdi. Yerleşimciler tarafından gasp edilen toprak miktarı da artıyordu. Son olarak, Batı Şeria’da büyük ölçüde göçebe nüfusun yaşadığı üç küçük köyün halkı topraklarından sürüldü.
İsrailli yerleşimciler Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya saldırıyor – Mayıs 2022 [Fotoğraf: Mostafa Alkharouf/Anadolu Ajansı]
Etnik temizlik, dünyanın dikkatini çekmeye yetmeyecek, çok düşük bir seviyede kaynamaya devam ediyordu. Filistin sorununu gömmek ve Filistinliler için siyasi bir ufuk bırakmamak, Batılı ülkelerin ve İsrail’in yanı sıra İsrail’in bazı Arap müttefiklerinin de başlıca amacı gibi görünüyordu. İsraillilere göre bu, mümkün olan en iyi gelecek ihtimaliydi. Mekke’den Hayfa’ya uzanan demiryolu hatlarına sahip olacaktık; Suudi çölünde İsraillilerin eğlencelerini izleyecektik; sonsuza dek sevgi, dostluk, barış ve güvenlik düzenlemelerine sahip olacaktık. Ve tüm bunlar, Filistinliler İsraillilerin çizmelerinin altında sonu gelmez bir işgali yaşarken yapılacaktı. Filistinlilerin hepsi bunun farkındaydı. Elbette herkes Hamas gibi tepki vermedi. Ama herkes bunun giderek daha da umutsuz bir duruma evirildiğini, çıkarlarının ve haklarının sadece İsrail, ABD ya da Batılı müttefikleri tarafından değil, Arap ülkeleri tarafından da tamamen göz ardı edildiğini görüyordu.
CNN’i izlerseniz, Gazze’de apartmanların, üniversite kampüslerinin ve tahliye yollarının havaya uçurulduğu görüntülerin hemen ardından, İsrailli generallerin İsrail’in sivil ölümlerden kaçındığını (ya da insani duygularla Filistinlilere “tahliye şansı” verdiğini) iddia etmelerine izin verildiğini görürsünüz. New York Times Yayın Kurulu da aynı şekilde, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı olarak binlerce insanın öldürülmesi emrini verdiğini gösteren haberlerle aynı sayfalarda “İsrail’in savunmak için savaştığı şey, insan hayatına ve hukukun üstünlüğüne değer veren bir toplumdur” diye yazdı. Bu ana akım açıklamalar, görünürde kafa karıştırıcı ve medyanın İsrail hakkında dürüstçe haber yapma kabiliyetine dair bir referans olarak son derece rahatsız edici. Bu saldırıya ilişkin ana akım haberleri nasıl yorumluyorsunuz?
Eskiden Sovyet Orta Doğu politikası hakkında yazardım ve o günlerde elimizdeki tek kaynaklar Pravda, Izvestia, Krasnaya Zvezda (SSCB devletine ait, propaganda amaçlı yazılarıyla bilinen gazeteler) ve benzerleriydi. Bugün kendimi Soğuk Savaş dönemine geri dönmüş gibi hissediyorum ve “New York Pravda Times” ve “Washington Izvestia Post”, Biden yönetiminin ve ona göbekten bağlı müttefiki İsrail’in sözcülüğünü yapıyor. Ana akım medyanın çoğunda, esasen baştan aşağı savaş propagandası yapılıyor.
Hafızasız, tarihsiz, hakikatsiz bir alanımız var; örneğin İsrail kabinesine yeni katılan emekli bir genelkurmay başkanının, Gadi Eisenkot adında bir adamın, Lübnan’ı dümdüz ettikleri sırada İsrail ordusunun harekat başkanı olduğu fark edilmiyor. Ve o dönemde “Dahiya doktrini” adını verdiği bir doktrin geliştirdiğini söylemişti bu kişi. İsrail Hava Kuvvetleri Dahiya’nın tüm mahallesini dümdüz etti ve şöyle dedi: “Oraya orantısız güç uygulayacağız ve orada büyük hasar ve yıkıma neden olacağız. Bizim açımızdan buralar sivil köyler değil, askeri üslerdir.” Ayrıca “2006 yılında Beyrut’un Dahiya mahallesinde yaşananların İsrail’e ateş açılan her köyde yaşanacağı” sözünü verdi. Eisenkot artık bir bakan. Bu savaşı planlayanlardan biri de o. Size ne yaptığını da söylüyor; uluslararası insancıl hukuka saygı duymuyor. Journal of Palestine Studies’de bu konuda bir makale yazdım. Şimdi, ortalama bir gazetecinin Journal of Palestine Studies’i okumasını bekler miyim? Ne yazık ki hayır. Mesele şu ki, bu tür şeyleri bilenler bile bu tür haberleri yapamıyor. Muhabirlerle sürekli konuşuyorum ve patronları tarafından ne tür yazılar yazmalarının istendiğini biliyorum. Arada sırada kimi gazeteciler buna karşı çıkıyorlar tabii.
Bunun hükümet genelinde de yaşandığını görüyoruz; Dışişleri Bakanlığı’nda ve başka yerlerde hükümet çalışanları ABD hükümetinin tutumuna kızgın. Bunu, yönetimlerden gelen baskılara maruz kalan üniversitelerde de görüyoruz. Bunu kamusal tavırlar alan şirketlerde de görüyoruz. Sanki Amerika Birleşik Devletleri savaşta ve hepimiz hizaya gelmeli ve başkanımızın arkasından yürüdüğü İsrail’le aynı safta olmalıyız.
Gazze’de bombalanan yerleşim yerlerinden biri – Ekim 2023 [Fotoğraf: AFP]
Bize çeşitli Filistinli siyasi liderlik gruplarından (Filistin Ulusal Yönetimi, Filistin Kurtuluş Örgütü/FKÖ, Hamas) ve bunların kökenlerinden bahsedebilir misiniz? Hamas’ı bir “terör örgütü” olarak etiketlemek ve İsrail’in resmi sosyal medya görsellerinde olduğu gibi IŞİD ile bir tutmak ne anlama geliyor?
ABD Başkanı—ülkedeki en yüksek ses, pek sesi çıkmasa da—Hamas’ı özellikle IŞİD ile karşılaştırdı. Böylece “katıksız kötülük” söylemi ortaya atıldı. “IŞİD’den daha kötü” denildi. 11 Eylül karşılaştırmaları yapıldı. Bu, vahşet ölçeğinde gidebileceğiniz en yüksek nokta. Bu, İsrail’in Hamas’ı teröristten başka bir şey olarak görmemesi tutumuyla uyuşuyor. Hamas, Gazze’de bir hükümetti. Siyasi, sosyal, kültürel ve dini bir örgüttü.
Filistin siyaseti şu anda bilhassa zor durumda. Eskiden Hamas’ın en büyük rakibi olan El Fetih, Ramallah’taki yozlaşmış ve beceriksiz Filistin Ulusal Yönetimi ile olan ilişkisi nedeniyle düşüşte. Filistin Ulusal Yönetimi, temelde FKÖ’nün yerini almış durumda. Bu süreç, 1993’teki Oslo Anlaşmalarından sonra Arafat’ın operasyonlarını Filistin’e taşımasıyla başladı. Şimdi FKÖ ölüyor ve El Fetih de can çekişiyor. Filistin Ulusal Yönetimi’nin bir stratejisi yok. Sözde diplomatik yaklaşımlara ve şiddetsiz bir çözüme inanıyor ama Filistinliler arasında neredeyse hiç desteği yok. Çünkü onlarca yıldır yerleşim yerleri genişlerken ve Filistinliler gittikçe daha az alana sıkıştırılırken bu yaklaşımın hiçbir işe yaramadığı görüldü. Pek çok Filistinli, İsrail’in isteklerini yerine getirdiği ve dışarıdan desteklendiği için Filistin Ulusal Yönetimi’nden nefret ediyor. Bu, Filistin siyasetinde 1930’lu yıllardan beri süregelen bir durum: yani Filistinliler adına konuşma hakkını kendilerinde gören, Filistinlileri bölen, Filistinlileri zayıflatan ya da onlara müşteri gibi davranan Arap ülkelerinin ve yabancı güçlerin müdahalesi. Arap ülkeleri ve diğer ülkeler Filistinlileri ya da Filistinli örgütleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istiyor.
Filistin Ulusal Yönetimi bir yandan İsrail, ABD, Avrupa ve bazı Arap ülkeleri tarafından desteklenirken bir yandan da aynı ülkeler Filistin Ulusal Yönetimi’nin elini zayıflatıyor. Hamas bölgesel güçler tarafından destekleniyor: Başta İran olmak üzere Türkiye, Katar ve diğerleri. İran rejiminin, Esad rejiminin, Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın kendi hedefleri ve ulusal çıkarları var. Filistinliler geçmişte bunun üstesinden gelmeyi bildiler ve bir yere varmak istiyorlarsa yine bunun üstesinden gelmek zorundalar. Ama bu kolay olmayacak. Yeni nesil bir liderliğin de Filistinlileri hedeflerine taşıyacak stratejinin de nereden geleceğini bilmiyorum.
Filistin’deki mevcut dinamikleri bölgenin daha geniş bağlamı içerisinde nasıl ele almalıyız? Pek çok ABD’li uzman Hamas’ın İsrail-Suudi normalleşmesini bozmayı amaçladığını iddia etti. Bir yandan “El Aksa Tufanı Operasyonu” adı ise bunun Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılara bir yanıt olduğunu gösteriyor. ABD’nin Suudi Arabistan gibi dışa bağımlı Arap devletlerini desteklemesi Filistin kurtuluş mücadelesinin pan-Arap siyasetiyle ilişkisini nasıl değiştirdi?
Bu saldırının planlayıcısı gibi görünen Hamas’ın askeri komutanı Muhammed Deif’in yaptığı açıklamayı okumanız ya da dinlemeniz yeterli. Bu saldırının ilk gününde hedeflerinin ne olduğunu söyledi. Yahudilerin, Mescid-i Aksa’nın etrafındaki Harem-i Şerif’i kendileri için ibadet alanı haline getirme girişimlerinden bahsetti. Mart ayında Kudüs’teyken şunu gördüm: İsrailli dindar yerleşimciler, sınır muhafızları ve polis olduğunu düşündüğüm bir grup eşliğinde, Meğaribe Kapısı’ndan, Fas Kapısı’ndan giriyorlar ve sonra Harem’in güneydoğu köşesinde, Aksa camisinden yaklaşık yirmi otuz metre uzakta dua ediyorlar. Her gün sabah namazından sonra ibadet edenleri dışarı atıyorlar, namaz kılan Müslümanları ve özellikle de gençleri. Herkesi kovuyorlar ve bu yerleşimci grupların gelip dua etmelerine izin veriyorlar. Bu gruplar giderek daha da büyüyor. Sukot[1] sırasında, 7 Ekim’deki saldırıdan günler önce, binlerce yerleşimci cami yerleşkesinde topluca dua etmek için geldi.
Görünüşe göre saldırı iki yıldır planlanıyordu. Dolayısıyla bu son süreçteki tırmanışla bir ilgisi olduğu söylenemez, ama bu bir seferberlik çağrısı. Yani bunu gerçekten isteyip istemedikleri ya da bunun Filistin, Arap ve Müslüman kamuoyunu kazanmak için bir taktik olup olmadığı önemsiz. Belli ki burayla bir şekilde ilişkili. Deif, Gazze’nin kuşatılması, Batı Şeria’nın giderek sömürgeleştirilip ilhak edilmesi ve İsrail hükümetinin Filistin sorunu yokmuş gibi hareket etmesi gibi diğer nedenleri de sıraladı. Bu, Enver Sedat’ın 1977’de Kudüs’e gitmesinden bu yana Arap dünyasında normalleşmenin uzun yıllardır devam ettiğini söylemenin dolaylı bir yolu. Son zamanlarda İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki flört, İsrailli bakanların Suudi Arabistan’a gidip dua etmesi ve Veliaht Prens’in İsrail-Suudi normalleşmesinin yakın gelecekte gerçekleşmesini dört gözle beklediğini söylemesi ile zirveye ulaştı. Bunun İsrail’e haz verdiği açıkça görülüyordu.
Filistin meselesinin Arap halkları ya da Arap ülkeleri için ne kadar önemsiz olduğundan bahseden, tarih bilincinden yoksun cahil uzmanlar bir daha asla ağızlarını açmamalılar. Çünkü Mısır’da, Ürdün’de, Türkiye’de, Lübnan’da, Fas’ta ve Bahreyn’deki gösterileri gördük. Bunlardan bazıları kimsenin gösteri yapmasına izin verilmeyen diktatörlükler. Kimsenin kendini ifade etmesine izin verilmeyen bu yerlerde, Arap dünyasının dört bir yanında kamuoyu Filistinlilere destek için ayağa kalktı. Muazzam gösteriler oldu. Yemen harap olmuş bir ülke, başarısız bir devlet. Bir iç savaş yaşıyorlar, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından yıllardır bombalanıyorlar ve halkı sokaklarda Filistin için gösteri yapıyor.
Yemen’de yüzbinlerin katıldığı Filistin’e destek gösterisinden bir kare – 20 Ekim 2023 [Fotoğraf: REUTERS]
Kahire’den Şam’a ve Halep’e kadar bir düzine Arap gazetesinde 1914’ten önce yayınlanmış, Filistin ve Siyonizm’den bahseden yaklaşık dört yüz gazete makalesi buldum. Arap dünyasındaki insanlar 110 yıl önce de bu konuda endişeliydiler. ’36-’39 Arap İsyanı sırasında da bu konuda endişeliydiler, Nekbe sırasında da endişeliydiler ve o zamandan beri de bu konuda endişeliler. Arap hükümetleri bu endişeyi temsil etti mi? Nadiren, hiçbir zaman, belki bazen. Ama mesele bu değil. Bunlar demokratik olmayan rejimler—mutlak monarşiler ya da diktatörlükler—ve zaten kendi kleptokrasileri [yağma düzenleri], yani onlar tarafından zenginleştirilen insanlar ve onları silahlarla ya da diplomatik destekle iktidarda tutan yabancılar dışında hiç kimseyi ve hiçbir şeyi temsil etmiyorlar.
Bu sadece Arap dünyası ya da hatta Müslüman dünyası için geçerli değil. Amerikalılar, Avrupalılar ve dünyadaki gayrisafi hasılanın çok büyük bir kısmını üreten ve muazzam bir medya erişimine, muazzam bir güce, uçak gemilerine, borsalara ve medya holdinglerine sahip olan beyaz yerleşimci sömürge “güçler” hala kendilerini evrenin efendileri olarak görüyorlar. Onlar dünya nüfusunun küçük bir azınlığı. Hindistan, Çin, Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Brezilya: bunlar dünyanın en büyük ülkelerinden bazıları ve oradaki insanlar bu konuda hiç de aynı görüşe sahip değiller. Burada, İsrail’i desteklemenin ulusal bir çıkar olduğuna karar veren, Amerikan ve İngiliz hükümetleri ile uyumlu ve yozlaşmış bir medya tarafından üretilen sterilize edilmiş bir dünya görüşüne maruz kalıyoruz. Bir de dünyanın kendisi var; gerçek dünya tamamen farklı bir görüşte. Bu da Batı ile diğerleri arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Bence bunu Ukrayna Savaşı başlattı. Dünyanın büyük bir kısmında kimse Ukrayna Savaşı’na ABD ve Avrupalı müttefiklerinin baktığı gibi bakmıyor. Bu da Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun bu savaşa verdiği tepkide görülüyor. Bu, insanların Rusya’yı destekledikleri anlamına gelmiyor; sadece meseleyi ABD ve en yakın müttefikleri Ukraynalılar ve Doğu Avrupalılar gibi histerik, abartılı bir şekilde görmüyorlar. Öyle anlaşılıyor ki şu anda Filistin’de yaşananlar, ABD’nin ve müttefiklerinin gücünü, itibarını ve güvenliğini azaltacak. İnsan hakları ve demokrasiden bahseden Amerikalılar ileride aşağılık ve mide bulandırıcı ikiyüzlüler olarak muamele görecekler. Dünyanın geri kalanında kimse bu söylemlere inanmıyor. Bunun da anlaşılabilir bir sebebi var.
İsrail söz konusu olduğunda “işgal” kelimesi Amerika’nın sözlüğünde yer almaz. İşgal “barışın önünde bir engel” değildir. Siyonist liderlerin Theodor Herzl’den bu yana yapmaya çalıştıkları gibi Filistin’i İsrail toprağı haline getirmek için tasarlanmış saldırgan, şiddetli bir dayatma bu. Dolayısıyla ABD, Ukrayna’nın işgalinden dem vurduğunda ve Biden’ın oval ofis konuşmasında yapmaya çalıştığı gibi Hamas ve Putin arasında bağlantı kurduğunda, Anglosfer’deki[2] cahil ya da beyni yıkanmış insanlar dışında kimse bunları yutmuyor. CBS’nin yaptığı bir anket, Demokratların ve bağımsızların çoğunluğunun İsrail’e askeri yardım yapılmasına karşı olduğunu gösterdi; Amerikalıların çoğu bizi yönetenlerden çok daha mantıklı düşünüyor.
[1] Sukot, bir hafta süren ve Yahudilerin Kudüs’teki tapınağa haccettikleri üç kutsal törenden bir tanesidir. [e.n.]
[2] Anglosfer terimi, başta ABD, Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı kapsayan, birbiriyle yakın siyasi, askeri ve diplomatik ilişkilere sahip ülkelerin oluşturduğu etki alanını tarif etmek için kullanılmaktadır. [e.n.]
Röportajı Yapan: Rebecca Panovka, Kiara Barrow
Konuk: Rashid Khalidi
Yayın Tarihi: 24 Ekim 2023
Kaynak: The Drift
Çeviri: KARPUZ
Manşet Fotoğrafı: Javier Barbancho/El Mundo