Giriş
Hamas’ın 7 Ekim’deki korkunç saldırısından bu yana, İsrail’in, hükümetimizin [Amerikan hükümetinin] onayı ve maddi yardımlarıyla Gazze Şeridi’nin tutsak sakinlerini bombaladığını ve bir milyondan fazla insanı yerinden ettiğini izledik. Dünyanın dört bir yanındaki protestocular İsrail’in uyguladığı şiddete karşı öfkelerini dile getirirken, Amerikan solunda da bir dizi tartışma yaşandı: İsrailli 1.400 kişinin ölümünün yasını tutmanın İsrail’in askeri vahşetini örtbas edip etmediği ya da üzüntüyü dile getirmemenin Hamas’a göz yummakla eşdeğer olup olmadığı; şu anda başvurulacak doğru tarihsel analojinin 11 Eylül mü yoksa Cezayir bağımsızlık hareketi mi ya da Güney Afrika’daki apartheid karşıtı hareket mi olduğu; sokaklardakilerin ya da haber kanallarındakilerin tarih konusundaki cehaletlerini ele verip vermedikleri gibi.
Modern Ortadoğu tarihi uzmanı olan ve yirmi yılı aşkın bir süredir Journal of Palestine Studies’in editörlüğünü yapan Rashid Khalidi’ye görüşlerini sorduk. Columbia Üniversitesi Modern Arap Çalışmaları Edward Said Kürsüsü profesörü Khalidi’nin, aralarında son olarak The Hundred Years’ War on Palestine adlı kitabın da bulunduğu toplam sekiz kitabı var. Khalidi ayrıca 1990’lardaki barış görüşmeleri sırasında Filistinli müzakerecilere danışmanlık yaptı. Khalidi ile ABD’de, Orta Doğu’da ve başka yerlerde son haftalarda yaşanan olaylara verilen tepkiler, Siyonist projenin tarihi, geçmiş barış süreçleri ve bu dönemde genç aktivistlerin yapmasını arzuladığı ayrımlar hakkında konuştuk.
(Röportajın birinci bölümünü okumak için tıklayınız.)
Rashid Khalidi
Siyonizm yerleşimci-sömürgeci bir proje, ancak İsrail sömürge sonrası bir dönemde devlet oldu. Bu tarihsel vakayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu, mevcut durumu nasıl etkilemeye devam ediyor?
Tony Judt, İsrail’in “çok geç kaldığını” ve anakronik bir vaka olduğunu yazmıştı. Mesele şu ki, bu girişim on sekizinci yüzyılda başlatılmış olsaydı, başarılı olabilirdi. Beyaz Avrupalıların, beyaz ve Avrupalı olmayanlara karşı tüm haklara sahip olduğu, istedikleri toprak parçasını kendilerine mal edebildikleri ve yerli halka istedikleri her şeyi yapabildikleri bir zamanın ruhuna uygun olurdu Siyonizm. Kolomb’dan yirminci yüzyıla, hatta Birinci Dünya Savaşı’na kadar ormanın kanunu buydu.
Siyonizm, ilk yıllarda kendisini bir sömürge projesi olarak tanımlamaktan hiç çekinmemişti. Ulusal bir projeydi ve öyledir de. Aynı zamanda emperyalizmin şımarık üvey çocuğuydu. Theodor Herzl neden Alman İmparatoru’na gidiyordu? İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizmann neden İngilizlere gidiyordu? Bunlar ilgisiz, tarafsız, İsviçre benzeri güçler değildi; bunlar Siyonist proje için kirli işleri yapacak olan çağın büyük emperyal güçleriydi. Bu insanlar sömürgeci ve yerleşimci miydi? Bizzat kendileri kendilerini sömürgeci ve yerleşimci olarak adlandırıyorlardı. “Yahudi Kolonizasyon Derneği”[1] antisemitist bir hakaret değildi. Aksine, kuruluş kendine bu ismi yakıştırmıştı. Elbette tüm bunlar göz ardı ediliyor. Bugün, Batı Şeria’da yaşananları, yani 21. yüzyılda hayal edilebilecek en vahşi batıvari mülksüzleştirme girişimini tarif ederken dahi “yerleşimci sömürgecilik” ifadesini kullanmak çok yanlış bir şeymiş gibi lanse ediliyor.
Bu da beni ABD’nin şu anda yaptığı ya da yapmaya çalıştığı şeye getiriyor. Görünüşe göre ABD hükümeti, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki nüfusun bir kısmını ya da tamamını Mısır’a ve muhtemelen başka yerlere sürme planına ortak olmuş durumda. Antony Blinken’in bunu yaptığına şüphe yok. 1948’de başlatılan etnik temizliği tamamlamak üzere, Filistinlileri ortadan kaldırmak için İsrail ile iş birliği yapıyor.
Bu demografik bir savaş. Siyonist hareketteki, Filistin’deki ve Arap dünyasındaki herkes, 20’li ve 30’lu yıllardan itibaren, Arapları Yahudilerle yer değiştirirseniz Yahudi çoğunluğuna, yok eğer bunu yapmazsanız Arap çoğunluğuna sahip olunacağını anlamıştı. Bu sayıları [Arapların sayısını] azaltmak Siyonistlerin başlıca hedeflerinden biriydi ve hala öyle. Amerika Birleşik Devletleri’nin buna destek vermesi, muhtemelen bir savaş suçu olmasının yanı sıra, korkunç bir şey ve kesinlikle ahlaksızca. Kovulan hiç kimsenin geri dönmesine izin verilmiyor. Her Arap, her Filistinli bunu bilir. Mısır’a sürülen hiç kimse Gazze’ye ya da Filistin’in başka bir bölgesine geri dönemez. Tabii ki bu insanların çoğu zaten yerlerinden edilmiş durumda; 1948’de sürülen ve son 75 yıldır Gazze Şeridi’ne hapsedilen Güney Filistin halkını kastediyorum. Onları tekrar yerlerinden etmek büyük bir suç ve hükümetimiz tam da bunu yapmaya çalışıyor.
Mısır hükümeti, Suudiler ve Arap dünyasındaki diğer herkes, kimi makul kimi değil bir dizi sebebe dayanarak bunu reddettiler: “Filistinlilere yönelik bu etnik temizliğinize ortak mı olalım? Delirdiniz mi siz? Gerçekten tahtlarımızı ve servetlerimizi kaybetmemizi mi istiyorsunuz? İsrail ve ABD’nin maşası olarak görülüp kendi halkımız tarafından devrilmemizi mi istiyorsunuz?” Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin ya da Veliaht Prens’in Blinken’a gerçekte böyle bir şey söylediğini sanmıyorum. Biden ile görüşmeyi bile reddettiler. Bunlar benim kesinlikle karşı olduğum rejimler ama şunu söylemeliyim ki Biden ile görüşmeyi reddederek ve Blinken’ın suratına hak ettiği iki tokadı atarak doğru olanı yaptılar. Veliaht Prens onu on saat bekletti, Sisi de halka açık bir basın toplantısında onu azarladı. Bu, bölgede nelerin değiştiğinin bir işareti.
1948’de savaş sona erdiğinde yaklaşık 700.000 Filistinli evlerini terk emiş ya da evlerinden zorla sürülmüştü [Fotoğraf: Eldan David/Pressebüro der Regierung Israels]
Oslo Anlaşmalarına ve benzeri çabalara nasıl bakmalıyız? Barışı sağlamak için hiç geçerli bir girişim oldu mu?
Bu konuda girişimler oldu, ancak iddia ediyorum ki hiçbiri işin özünü kavrayamadı. Asıl mesele, çoğunluğu Arap olan bir ülkede, çoğunluğu Yahudi olan bağımsız bir devlete nasıl sahip olunacağı. Madrid’de, Washington’da, Oslo’da ya da Camp David’de hiçbir zaman bunun bir yerleşimci sömürge süreci olduğu ya da şu anda orada biri tüm haklara sahipken diğeri neredeyse hiçbir hakka sahip olmayan iki halk olduğu gerçeğine dikkat çeken bir çözüm konuşulmadı. Buna yaklaşan girişimler oldu ama bence eski Başbakan İzak Rabin’in Ekim 1995’te Knesset’te [İsrail parlamentosunda] söylediklerine geri dönüp bakmak doğru olur. Rabin, Oslo’dan çıkabilecek herhangi bir Filistin oluşumunun “bir devlet bile olamayacağını” söylemişti. Bu bile aşırı ileri gittiği gerekçesiyle öldürülmesine yetti. ABD’nin varsayımı, İsrail ve Filistin üzerinde güvenlik kontrolünün her zaman İsrail’e ait olacağı yönündeydi. Filistin devletinin asla bağımsız olmayacağı, geçmişteki topraklarının ancak çok ufak bir parçasına sahip olacağı, başka bir deyişle 1948 Savaşı’nın sonunda kalan yüzde 22’nin bile değil, bundan daha azının Filistin olarak kalabileceği varsayılıyordu. Rabin’in 92’de iktidara gelmesinden 95’teki suikastına kadar ve ardından “Oslo on yılı” olarak adlandırılan dönemde İsrail yerleşim yerlerini büyük bir hızla genişletti, daha fazla Filistin toprağını ele geçirdi ve Oslo Anlaşmaları ile alay etti. Filistinlileri şu anda hepsi etraftan soyutlanmış olan küçük “Bantustanlar”a[2] sıkıştırdı.
Filistinlilerin cömert ve makul bir barış planını reddettiğini söyleyenler sahada gerçekte neler olup bittiğine bakmıyor demektir. İsraillilerin başka hedefleri de vardı. Bunlardan biri işgal altındaki toprakların çoğuna kalıcı olarak yerleşmek, bir diğeri ise İsrail-Filistin’in tamamı üzerinde kalıcı kontrol sağlamaktı. Bunların hiçbiri bağımsızlıkla ya da devlet olmakla—hatta küçültülmüş bir devlet olmakla dahi—bağdaşan şeyler değil. Bunu görmek için Rabin’in son Knesset konuşmasını okumanız yeterli.
Yaygın Siyonist bakış açısı, Filistin yanlısı aktivizmin İsrail Devleti’nin var olma hakkını inkar ettiği ve “nehirden denize” gibi sloganların soykırımcı söylemler olduğu yönünde. Bunu nasıl okuyorsunuz?
İsrail’in var olma hakkı olduğuna hatta İsrail halkı diye bir şey olduğuna inanmayan pek çok Filistinli var. Lakin açık seçik ortada ki İsrailliler bir halk. Çoğu Filistinli, yerleşimci sömürge projelerinin yeni halklar yarattığının farkında değil. Bizler de Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yerleşimci sömürge projesinin üzerinde yaşıyoruz. Orijinal yerli nüfusun bir parçası olmayan herkes yerleşimcidir. Ancak Mahmood Mamdani’nin Neither Settler Nor Native kitabı soruyor: “Yerleşimciler ne zaman yerli olur?” Bu siyasi açıdan çetrefilli bir soru. Çünkü İsrail halkının var olduğunu kabul ediyorsanız ve eğer halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı olduğunu söylüyorsanız, bunu Filistin kimliğinin ve ulusal haklarının inkar edildiği bir mülksüzleştirme, sınır dışı etme ve etnik temizlik sürecinin üzerine inşa etmek durumundasınız. Bu iki halkın nasıl uzlaşabileceğine dair çözüm üretebilmek için tüm bu faktörleri göz önüne almanız gerekiyor.
Az önce söylediklerim bir slogana ya da bahsettiğiniz türden ateşli propagandalara sığdırılabilecek şeyler değil. Benim şahsen insanların İsrail topraklarının nehirden denize ya da başka bir yere kadar uzandığını düşünmeleriyle ilgili bir sorunum yok. Asıl soru, bunun ne gibi siyasi ve diğer sonuçları olacağı? Eğer bu bir halk için mutlak ve ayrıcalıklı haklar ve başka bir halk için baskı anlamına geliyorsa, o zaman bunun kabul edilemez olduğu açık. Aynı şey Filistin için de geçerli. “Nehirden denize kadar Filistin özgür olacak!” Bu ne anlama geliyor? Eğer Filistinlilerin artık baskı görmeyeceği ama İsraillilere de baskı yapmayacağı anlamına geliyorsa, bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini umuyorum. Ancak yine de Filistinlilerin bu konuda farklı görüşleri var. Ve bence İsrail hükümetlerinin uzun yıllar boyunca uyguladığı artan baskı ve saldırgan eylemler, adaletsiz olduğu ayan beyan belli olsa da gerçek bir Filistin devletini ve bağımsızlığı içerdiği sürece iki devletli bir çözümü kabul etmeye razı olan Filistinlileri, Oslo dönemindeki konumlarından bugün bulundukları noktaya getirdi.
Washington DC’deki Filistin’e destek yürüyüşünden – 4 Kasım 2023 [Fotoğraf: Laura Albast]
Son yıllarda ABD’deki progresif çevreler iki devletli çözüm yerine tek devletli çözüm olasılığına odaklandılar. Şu anki durum ışığında, tutumumuzu değiştirmeli miyiz? Bu derin umutsuzluk anında, her iki çözümden birini umut etmek için bir neden var mı?
Bu iki çözümden herhangi birinin şu anda mümkün olduğu konusunda kötümserim. İsrail ve ABD, 1967’den bu yana işgal altındaki topraklar üzerinde kalıcı bir İsrail kontrolü sağlamak, bu topraklara giderek daha fazla yerleşmek ve İsrail’in 1967’de ele geçirdiği topraklarda hiçbir koşulda bağımsız bir Filistin devletinin ya da İsrail dışı bir egemenliğin varlık gösteremeyeceğinden emin olmak için hararetle çalıştılar. Batı Şeria’yı İsrail’e bağlamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Gazze’ye de yerleşmeye çalıştılar ama 2005 yılında bundan vazgeçtiler. ABD hükümeti bunun için para ödüyor ve bu süreci silahlandırıyor. Yarım ağızla iki devletli çözümden bahsediyor ama bir yandan da İsrailli yerleşimci grupların 501(c)(3)[3] statüsü almasına ve yerleşim projelerine vergiden muaf yüz milyonlarca dolar aktarılmasına izin veriyor. Filistinlilerin bu konuda bir şey yapmasını engellemeye niyetli İsraillileri silahlandırıyor ve Filistin’de devam eden bu istilaya, ilhaka ve yıkıma diplomatik destek vererek, Güvenlik Konseyi’nde veto üstüne veto kullanarak işgali güçlendiriyor. “İki devletli çözümden” bahsedenlerin çoğu bunu gerçekten kastetmiyor. 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde bağımsız, egemen bir Filistin devletinden bahsetmiyorlar. Bir simülakrumu [bir tür devletimsi yansımayı], bir Potemkin devletini[4] kastediyorlar. Asıl emelleri bu ve bunu bile engellemek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar. Peki, dökülen ve korkarım ki dökülecek onca kandan sonra bu iki halkı nasıl bir arada yaşatacaksınız? Bilemiyorum. Kısa vadede herhangi bir çözüm konusunda iyimser olmak için bir neden yok bence.
Öte yandan, 7 Ekim’e kadar herkes Arap dünyasının can çekiştiğini ve Filistin’i umursamadığını düşünüyordu. İşler çok çabuk değişti. İsrail halkı, özellikle sivil kayıplar ve İsrail ordusunun güvenlik konusunda ortaya koyduğu tüm doktrinlerinin çökmesi nedeniyle öfkeli, yas tutuyor ve intikam almaya kararlı. İsrail halkının güvende olmadığı aşikar. Ve sadece Hamas hakkında değil, İsrail’in askeri yetenekleri hakkında da bu zamana kadar söylenen ne varsa yanlışlandığı da ortada.
Yani şu anda İsrailliler arasında barışa doğru bir yönelme olmayacak. Yas çok uzun bir süre daha devam edecek. Ancak nasıl İsrailliler yasta ve öfkeliyse, Filistinliler de öyle. Şu anda Filistinli sivil kayıpların sayısı çok yüksek ve nihai rakamları hala bilmiyoruz. Bunun üstesinden gelmek uzun zaman alacak. Ancak belki bu da gelecekte değişecektir.
Ancak bir yerlerde birilerinin, İsrail’in siyasi yaklaşımının tamamen çöktüğünü söylemeye başlaması muhtemel. Filistinlileri bu derece şiddetle vurmaya devam edip karşılığında şiddet görmemeyi bekleyemezsiniz. Bunu herhangi bir şeyi meşrulaştırmak için söylemiyorum. Sadece ezilen bir halka bu tür bir baskı uygularsanız, size korkunç gelen veya siyasi ve ahlaki olarak sorunlu olabilecek şekillerde ayaklanacaklarını anlatmak istiyorum. Yoğun ve aralıksız bir baskı uyguluyorsanız, bu elbette bir yerde patlayacaktır.
Filistinli protestocular, Gazze-İsrail sınırında İsrail askerleriyle çatışırken (15 Mayıs 2018). Sınırdaki gösteriler ABD’nin Kudüs Büyükelçiliği’nin tartışmalı açılışına denk gelirken İsrail askerleri Gazze Şeridi’nde en az 60 Filistinliyi öldürdü, 2.700’den fazla Filistinliyi de yaraladı. [Fotoğraf: Ashraf Amra/SalamPix/ABACA/Newscom]
Amerikan solu içindeki konuşmalardan ne anlıyorsunuz? Seçilmişleri, aktivistleri ve sol medyayı kast ediyorum. Tarih konusunda solun kaçırdığı ya da atladığı bir şey var mı?
Bu benim için cevaplaması zor bir soru çünkü doğrudan temas halinde olduğum kişiler öğrenci aktivistler. Gençler kendilerini eğitme sürecinde ve henüz tam olarak eğitimli olduklarını ya da siyasi görüşlerinin olgunlaştığını düşünmüyorum.
Örneğin, bazı öğrenci aktivistler arasında gördüğüm bir argüman, tüm İsraillilerin yerleşimci olduğu ve bu nedenle sivil olmadıkları. Eğer uluslararası insancıl hukuka biraz olsun saygınız varsa bunu söyleyemezsiniz. İsrail’in bir yerleşimci sömürge süreciyle ortaya çıkmış olması, her İsrailli büyükannenin ve bebeğin bir yerleşimci olduğu ve dolayısıyla sivil olmadığı anlamına gelmez. Teknik olarak, bir anlamda, biz Amerikalılar da yerleşimciyiz. Ancak bu bir Kızılderili kurtuluş hareketinin beyaz Amerikalı yerleşimci bebekleri veya büyükanneleri öldürmekte haklı olacağı anlamına gelmez. Evet, işgal altındaki topraklarda bulunan yerleşim birimlerindeki silahlı insanlar savaşçı olarak görülmeli. Silahsız olanlarsa savaşçı değil. Bu, insanların yapması gereken ayrıma dair bir örnek.
Tarihsel olarak kurtuluş hareketlerinin sivilleri hedef almaktan kaçınmak konusunda dikkatli davranmadıklarını söylediğim için eleştirildim. Cezayir Savaşı’nda Zohra Drif ve Cemile Buhayrad kafelere ve barlara bombalar koydular. Yargılandılar, hüküm giydiler, yıllarca hapiste kaldılar ve nihayetinde özgürlüklerine kavuştular. Onlar Cezayir’in ulusal kahramanları ve her ikisi de Cezayir’i hala yöneten askeri cuntaya karşı demokrasiyi şiddetle destekliyorlar. IRA’nın sivillere karşı yaptıklarından bahsedebiliriz, ANC’nin yaptıklarından da bahsedebiliriz. Ulusal kurtuluş çalışmalarına katılan insanlar arasında bu konu etrafında çok önemli bir tartışma yürütülüyor. İrlanda’daki durumu yakından takip ediyorum ve insanlar bugün artık bunları sorguluyor. Bunu yapabiliyorlar çünkü şükür ki 1998’den beri insanlar birbirlerini aynı hızda öldürmüyorlar. Filistinlilerin şu anda içinde bulunduğu durumun ortasında bunları düşünmek zor ama aktivistlerin bu konular üzerinde dikkatle durması gerekiyor.
Öğrenci aktivistlere söyleyeceğim bir diğer şey de siyasi hedeflerinin ne olduğunu anlamaları gerektiği. Eğer bunun bir yerleşimci sömürge projesi olduğuna inanıyorsanız, o zaman sizler de ABD’de ya da Batı Avrupa’da sömürgeci bir düzenin metropolündesiniz. Ulusal kurtuluş hareketleri sadece sömürge topraklarındaki savaş alanında kazanarak başarıya ulaşmadılar. Hatta kimi zaman bu alanlar ikincil mevzilerdi. Vietnamlılar Amerikalılarla bir çıkmazdaydı. Cezayirliler aslında savaş alanında kaybediyorlardı. IRA 1921’de askeri açıdan neredeyse ipin ucundaydı. Zaferlerinin bir kısmını, metropoldeki kazanımlara borçlular. İngilizler sonunda “Biz bu savaşta savaşmak istemiyoruz, savaşamayız” dediler. Aynı şey Cezayir’de Fransızlara da oldu. Savaşı kazananlar sadece dağlardaki savaşçılar değildi. Bunun Cezayir’in kurtuluşunda çok önemli bir unsur, hatta olmazsa olmaz bir unsur olduğunu söylemek gerekiyor. Fransızların Cezayirlileri öldürme arzuları devam etseydi, savaş sonsuza kadar sürebilirdi. Fransızlar devam etmek istemedi, çünkü daha fazla kayıp vermek istemiyorlardı. Aynı şey Güney Afrika için de geçerli. Sadece kendi yerleşim yerlerindeki çabalarla kazanmadılar; ANC kazandı çünkü ABD ve İngiltere’de kamuoyunu kazanmışlardı.
Eğer koloniler ve metropollerle ilgili bu teorik çerçeveye inanıyorsanız, o zaman aktivistlerin burada, metropolde yaptıkları çok önemli. İnsanları kazanmak zorundasınız. Bu iş yalnızca en temizinin ve devrimcisinin siz olduğunuzu söylemekle veya en radikal şeyleri söyleyebileceğinizi göstermekle, devrimci kimliğinizi kanıtlamakla falan olmaz. Açık bir siyasi amaç uğruna bir şeyler yapıyor olmanız gerekir.
[1] Jewish Colonisation Association, 1891 yılında kurulan ve Rusya ile Doğu Avrupa’daki Yahudilerin, Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Osmanlı Filistini’nde satın alınarak oluşturulan tarım kolonilerine göçünü organize eden bir kuruluştur. Bugün, Jewish Charitable Association ismiyle faaliyetlerine hala devam etmektedir.
[2] Bantustanlar, Güney Afrika’daki apartheid rejimi tarafından, siyahi nüfusun kent merkezlerinden dışlanmasını ve siyaseten etkisizleştirmesini temin etmek için kurulmuş olan birbirinden ayrık yerleşim yerleridir.
[3] ABD’de gelir vergisinden muaf tutulan kar gütmeyen kuruluşlara verilen isim.
[4] Potemkin köyü, ismini mevcut siyasi sorunların üstünü örtmek ve dışarıya gösterişli bir izlenim yaratmak için oluşturulmuş yapılardan alan bir benzetme ifadesidir.
Röportajı Yapan: Rebecca Panovka, Kiara Barrow
Konuk: Rashid Khalidi
Yayın Tarihi: 24 Ekim 2023
Kaynak: The Drift
Çeviri: KARPUZ
Manşet Fotoğrafı: Mahmud Hams/AFP/Getty Images