Skip to main content

ABD Hava Kuvvetlerinde asker olarak görev yapan 25 yaşındaki Aaron Bushnell, 25 Şubat Pazar günü Washington’daki İsrail Büyükelçiliği önünde kendini ateşe vererek hayata veda etti. Askeri üniformasıyla gerçekleştirdiği eylemi sosyal medyadan canlı yayınlayan Aaron, eylemini şu sözlerle açıkladı: “Bundan böyle bu soykırımın suç ortağı olmayacağım. Oldukça uç bir protesto eyleminde bulunmak üzereyim, ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin zulmü altında yaşadıklarına kıyasla bu hiç de uç bir eylem değil. Bu, bizi yönetenlerin olağan olduğuna karar verdiği şey.” Vücudu alevler içindeyken bilinci kapanana kadar “Filistin’e Özgürlük” diye haykıran Aaron, aynı günün sabahında Facebook sayfasında şu sözleri paylaşmıştı: “Birçoğumuz kendimize şu soruyu yöneltmişizdir: Kölelik döneminde yaşıyor olsaydım ne yapardım? Ya da Jim Crow Amerikası’nda? Ya da apartheid döneminde? Ülkem soykırım yapıyor olsaydı ben acaba ne yapardım? Cevap şu ki, şu an ne yapıyorsanız onu.” Hiç şüphe yok ki Aaron’ın kendini feda eylemi, İsrail’in soykırımından sağ çıkmayı başarabilen Filistinlilerce ve dünyanın dört bir yanındaki vicdanlı insanlarca nesiller boyu hatırlanacak. Tıpkı bundan yaklaşık 60 sene önce, iki milyona yakın sivilin ölümüne sebep olmuş, tarihin en kanlı savaşlarından birisini, Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için aynı şehirde, ABD Savunma Bakanlığı önünde kendini ateşe veren üç çocuk babası Norman Morrison gibi. Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, eşinin Norman’ın ölümünden sonra yaşadığı zorlukları etkileyici bir dille aktarırken, Norman’ın icra ettiği eylemin kendi çocuklarının ve Vietnam’da yaşayan sayısız çocuğun hayatını nasıl etkilediğini de anlatıyor. Norman’ın, Aaron’ın ve uzak diyarlardaki çocuklar acı çekmesin diye kendinden vazgeçenlerin anısına…

AARON BUSHNELL (1998-2024)

(Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, 15 Ekim 2010 tarihinde The Guardian tarafından yayınlandı.)

Onlara güçlü olmalarını söyledim

Sene 1965. Bir kasım günü Norman Morrison küçük kızı Emily ile birlikte evinden çıktı, 40 mil araba sürerek Washington DC’ye ulaştı ve Pentagon’a birkaç metre mesafede üzerine gazyağı döktükten sonra kendini ateşe verdi. Alevler 10 metreden fazla havaya yükselmişti.

İki büyük çocuğunu okuldan aldıktan sonra eve dönen eşi Anne’in, 31 yaşındaki Norman’ın ne yaptığına dair hiçbir fikri yoktu. Akşam olduğunda, Norman’ın Emily’yi nereye götürdüğünü merak etmeye başladı. Sonra bir telefon geldi. Arayan bir gazeteciydi. Anne’in olup bitenden haberi olmadığını fark eden gazeteci, hastaneye telefon etmesini önerdi. Anne hastaneyi aradı ve Norman’ın ağır şekilde yandığını öğrendi. “İçgüdüsel olarak sağ kurtulamadığını anlamıştım” diye hatırlıyor Anne.

Hastane personeli bebeğinin zarar görmediğine dair onu teskin etti.

Birkaç arkadaşından altı yaşındaki Ben ve beş yaşındaki Christina’ya göz kulak olmalarını, bir diğer arkadaşın da kendisini Washington’a götürmesini istedi. Hastaneye vardıklarında Anne, iyi görünen küçük Emily’yi kucaklarken Norman’dan kalan eşyaları da teslim aldı: bir cüzdan, bir tarak, alyans ve evlendikten sonra İskoçya’dan aldığı Harris marka bir tüvit ceket.

Sonrasında dışarıda bekleyen basın mensupları için bir açıklama kaleme aldı: Norman, Amerika’nın Vietnam’a yönelik askeri müdahalesinin yol açtığı can kayıpları ve çekilen acılardan ötürü duyduğu rahatsızlığı dile getirmek için canını feda etmişti.

Norman ve Anne sırasıyla Presbiteryen ve Metodist olarak büyümüş, fakat sonrasında Quaker olmuşlardı. Savaş aleyhtarı (pasifist) insanlar olarak Vietnam’daki savaş sona ersin diye büyük çaba sarf etmişler ve pek çok faaliyette bulunmuşlardı: Dua ettiler; protestolara katıldılar; lobi çalışmaları yürüttüler; savaş vergisini ödemediler; gazetelere ve güç sahibi insanlara mektup yazdılar. “Ama yine de Norman’ın planlarından haberdar olsaydım onu durdurmak için elimden gelen her şeyi yapardım” diyor Anne.

Anne, ertesi sabah olduğunda çocukları Ben ve Christina’ya haberi vermek zorundaydı. “Dürüst olmak gerekirse ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Merdivenlerden üst kata çıkana kadar Tanrı’ya dua ettim ve bana yardım etmesini diledim. Bana güç versin diye dua ettim ve onlara…” Üzerinden 45 yıl geçmiş olsa bile o anları hatırlayan Anne’in sesi çatallaşıyor ve anlatmaya devam ederken hafifçe hıçkırmaya başlıyor: “Onlara çok uzak bir ülkede çocuklar acı çektiği için babalarının öldüğünü; babalarının o çocuklara yardım etmek ve onlara bu kadar acı ve ıstırap veren savaşı durdurmak için can verdiğini söyledim.”

Bunu duyan pek çok insan Norman’ın yaptıklarını idrak etmekte zorlanıyor. Bu durum, küçük çocukları için daha da zor olmalı.

“Yatağın kenarına oturduk ve birbirimize sarıldık. Onlara “babanız sizden güçlü olmanızı isterdi” dedim; ki bu sözlerimden bugün pişmanlık duyuyorum. Şimdi biliyorum ki birlikte hüngür hüngür ağlamamız gerekiyordu. Bunu yapmadığımız için yıllarca yasımızı tutamadan adeta duygularımızı askıya aldık. Yas tutmaya hakkım olmadığına inanıyordum ve bir dava uğruna, bir savaşa son vermek adına kendi hayatını feda etmiş birine kızmak o kadar zordu ki…”

Bugün Norman Morrison’ın ismini bilen çok az kişi vardır ama o gün gerçekleştirdiği eylem dünya çapında manşetlere konu olmuştu. Eylemin ABD’deki yankıları ise karmaşıktı. Medyadan bazıları Norman’ın deli olduğunu öne sürdü. (Anne bunu kesin bir dille reddediyor.) Diğer pek çok kişi ise Norman’ın eyleminden çok etkilenip Anne’e mektup yazarak duygularını dile getirmiş, hatta onu aziz ilan etmişti. (Anne bu tavrı da reddediyor.) Anne bütün o mektupları karton kutularda saklamış ve yıllarca içlerine bakmaya korkarak bir evden diğerine taşıyıp durmuş.

Bu yıl Norman’ın ölümünün 45. yıldönümü. Yıllarca bu olayın etkisiyle mücadele ettikten sonra Anne, yürek parçalayıcı ama aynı zamanda ilham verici bir şekilde bağışlayıcı olan Held in the Light adlı anı kitabını yayınladı. Kendisiyle geçen hafta kocası ve hayatı hakkında sohbet ettik.

Kuzey Karolina’nın batısındaki ücra bir kasabada, verandası olan bir bungalovda yaşıyor. Verandasında, evi satın aldığında evle birlikte gelen bir Buda heykeli var. Kasabayı çevreleyen dağlara bakan bu verandanın oturup tefekkür etmek için elverişli bir yer olduğunu söylüyor.

Anne, Norman’la ölümünden yaklaşık on yıl önce tanıştığında onu neşeli ve çekici, saf ama kendinden emin biri olarak tanımış. İnsanları çok önemsiyormuş ama çok sosyal biri değilmiş, hatta Anne’in hatırladığı kadarıyla bazen “tavırları itici ve şaşkınlık vericiymiş”. Ağırbaşlıymış ama biraz tuhaf, patavatsız bir mizah anlayışı varmış.

Babası öldüğünde sadece beş yaşında olmasına rağmen, Christina’nın babasının elini tutarak okula gitmesi gibi birkaç unutamadığı anısı var. “Ve benle İskoç dansı yaparken kahkahalar atardı.” (Babam İskoç kökenli olmakla gurur duyuyordu.) “Ölümünün, yaşadığı yılları gölgelemiş ya da geride bırakmış olması normal. Ancak babamın hayatı cesur kaçamaklar, iyi işler, spontane maceralar ve pek çok mizah ve nezaket anıyla doluydu.”

Peki nasıl oldu da böyle son verebildi hayatına Norman? Ölümünün ertesi günü Washington’a, Anne’e hitaben Norman’ın el yazısıyla yazılmış bir mektup geldi. “Sevgili Anne” diye başlıyordu mektup, “lütfen beni suçlama. Haftalardır, hatta aylardır ne yapmam gerektiğine dair bir işaret bekliyor ve bunun için dua ediyorum. Bu sabah birden beklediğim o işaret geldi.”

Norman’ın eylemini çocuklara açıklamak son derece meşakkatli olmuş. “Hep soracak daha fazla soruları vardı” diyor Anne. “Daha iyi bir yolu yok muydu? Neden başkası değil de benim babam?” Bir gün Christina yürek parçalayan o gerçeği dile getirmişti: “Yaptığı şey savaşı durdurmadı.”

“Nasıl olur da uzak bir ülkenin insanları bizden daha önemli olurdu, merak ediyordum. Babası için özel olduğunu hissetmek isteyen küçük bir kız olarak kalbim kırılmıştı, Ben’inki de öyle” diyor Christina. “Hayat devam ediyordu ama tüm renkler solmuştu ve evimiz alışılmadık bir şekilde hüzün ve boşluk hissiyle kaplıydı. Babamla ilgili en çok özlediğim şeylerden biri ona sımsıkı sarılabilmekti.”

Anne, bir yandan iyi bir anne olmaya ve normal bir yuva kurmaya çalışırken bir yandan da kendini barış çalışmalarına adamış. “Bu benim üstesinden gelebileceğim bir şey değildi. Oradaydım belki ama bir yandan da hep başka bir boyutta yaşıyor gibiydim.”

1961 tarihli bu fotoğrafta, Norman Morrison, eşi Anne ve çiftin üç çocuğundan ikisi, Ben ve Christina birlikte görülüyor. [Kaynak: AP]

Norman öldükten iki sene sonra Anne tekrar evlendi. Yeni kocası uzun yıllardır tanıdığı bir arkadaşıydı ve çocukları da ona düşkündü ama içten içe o da çocuklar da acı çekmeye devam ediyorlardı. Sonra Ben’e kanser teşhisi kondu ve bacağının kesilmesi gerektiği söylendi. Hastalık durmadan ilerledi. “Bu uzun mücadelede yanımızda olmadığı için Norman’a öfkelenecek kadar acımla temas ettim.” Erken evlendiğini fark etti Anne. Önce evleri ayırdılar, sonra da boşandılar.

Ben giderek güçten düştü ve birkaç yıl sonra 16 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bu ikinci kayıp çok yıkıcı oldu. “Ben de ölmek istedim” diyor Anne. “Hayat anlamını yitirmiş gibiydi.” Ama yine de başkalarının yanında ağlamıyordu. “Her duş aldığımda ağlardım. Geriye dönüp baktığımda Norman için de ağladığımı fark ediyorum.”

“Annemi hiç ağlarken görmedim” diyor Christina. “Ben de onu örnek aldım.”

Anne üçüncü evliliğini 1974 yılında, ordudan ayrıldığı için hapse girme ihtimaliyle karşı karşıya kalan bir başka Quaker olan Bob Welsh ile yaptı. Kısa süre önce birlikteliklerinin 36. yılını kutladılar. “Çok cömert, anlayışlı ve destekleyiciydi. Norman’ı tanımıyordu ama ona çok saygı duyuyordu. Ona yüce gönüllülüğü için son derece minnettarım.”

Norman, dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara’nın Pentagon’daki ofisinin penceresinden 40 metre uzakta kendini ateşe vermişti. Otuz yıl sonra McNamara bir anı kitabı yayınlayarak Norman’ın eyleminin yarattığı ve o zamanlar dile getiremediği savaşla ilgili tereddütlerini itiraf ediyordu. “Onun eyleminden duyduğum dehşete duygularımı içime atarak karşılık verdim ve bu konuda kimseyle, hatta ailemle bile konuşmaktan kaçındım. Ailemin de Norman’ın savaşla ilgili duygularının çoğunu paylaştığını biliyordum.”

Bazı insanlar “oh olsun” diye düşünmüş olabilir. Yine de Anne, McNamara’ya mektup yazarak açık sözlülüğü için teşekkür etti ve Norman’ın nasıl bir insan olduğunu anlattı. McNamara mektup için teşekkür etmek üzere aradı. “Sanki birbirimizi tanıyormuşuz gibi şaşırtıcı derecede rahat ve samimi bir konuşma yaptık” diyor Anne. “Norman’ın ölümü ikimizin de taşıdığı bir yaraydı.”

Norman’ın fedakarlığı Vietnam’da çok iyi biliniyordu. Anne yıllarca destek ve teşekkür mektupları almıştı. Kuzey Vietnam hükümetinin üzerinde Norman’ın yüzü olan bir pul bastırdığını ve Hanoi’de bir caddeye “Mo Ri Xon”[1] adını verdiğini biliyordu. Başkan Ho Chi Minh’den taziye mesajı ve ziyaret daveti almıştı.

Ancak 90’lı yılların sonlarına kadar bu davete icabet etmemişti; ta ki Vietnamlı bir adamın bir söyleşide kendisine yaklaşıp küçükken diğer Vietnamlı çocuklar gibi kendisinin de Kuzey Vietnam’ın en büyük şairlerinden birinin Norman’a ithaf ettiği bir şiiri ezberlediğini söylemesine kadar.

Anne 1999 yılında artık 30’lu yaşlarına gelmiş olan Christina ve Emily’yi de yanına alarak Vietnam’a uçtu. Karşılamanın sıcaklığı onları şaşkına çevirmişti.

Bir gün kaldığı otelde Anne kendini çok yorgun ve bunalmış hissetti. “34 yıl önce yapmam gereken şeyi yaptım. Derin bir yas tutarken buldum kendimi. Biriktirdiğim tüm duyguları—keder, acı, suçluluk, üzüntü ve öfke—dışa vurdum. Norman’a beni 30 yaşında böylesi zorluklarla baş başa bıraktığı ve çocuklarını terk ettiği için veryansın ettim ve öfkemi kustum. Kendimi yapayalnız hissediyordum.”

Sonunda ağlayarak içini boşalttı ve el açıp dua etti. “Tanrım, bana yardım et, bu yükü daha fazla taşıyamıyorum. Bu küçük aileyi tek başıma sırtlayamam.” Sonra uykuya daldı ve ertesi sabah yorgun ama huzurlu bir şekilde uyandı.

Pek çok Vietnamlıyla tanıştılar. “İnsanların en çok yapmak istedikleri şey” diyor Anne, “Norman’ın kendini feda edişini duyduklarında nerede olduklarını anlatmaktı, çoğu zaman gözlerinden yaşlar akıyordu.”

“Çocukken” diyor Christina, “babamın ölümünü anlamama yardımcı olan tek şey Vietnam’da yaşanan acıların farkında olmaktı. Ziyaretimiz sırasında, babamın fedakarlığının kendileri için ne kadar önemli olduğunu söyleyen o çocuklardan bazılarıyla tanıştım. Bu benim için tarif edilemez derecede iyileştiriciydi.”

Dönemin başbakanı Pham Van Dong onlara şöyle demişti: “Aileniz bizim için çok saygıdeğer.” Norman’ın “asil ve yüce eyleminin” “insanlığın en güzel ve kıymetli taraflarına” temas ettiğini söylemişti.

“Vietnam’a, bize gösterilen nezaket ve sevgi için teşekkür etmeye gittim” diyor Anne. “Tahmin edebileceğimden çok daha fazla sevgiyle geri döndüm.”

Emily’ye ayrı bir hürmet gösteriliyordu, çünkü babasının korkunç ölümüne sadece o tanık olmuştu, hem de bebekken.

Anne’in hiç aklından çıkmayan şeylerden biri de Norman’ın Emily’yi Washington’a yanında götürme kararıydı. Norman vasiyet mektubunda, Tanrı tarafından oğlu İshak’ı kurban etmesi emredilen İbrahim’den bahsetmişti. Norman kısa bir süre için bile olsa kızını kurban etmeyi düşünmüş olabilir miydi?

Görgü tanıklarının ifadeleri çelişkiliydi. Norman Emily’yi kimliği belirsiz bir kadına mı vermişti? Yoksa onu yere mi bırakmıştı? Anne’in bildiği tek şey, Emily’yi kucağına aldığında herhangi bir kesik, çürük ya da yanık izine rastlamamasıydı.

Bugün babasının öldüğü yaştan daha yaşlı olan Emily, o gün babasının yanında bulunmasının çok önemli olduğuna inanıyor. “Beni de dahil ederek insanlara, “Bu çocuk da yansaydı ne hissederdiniz?” sorusunu yönelttiğini düşünüyorum. İnsanlar benim orada bulunmamdan dolayı onu kınadı, oysa belki de o, bizim bu korkunç olasılığı sorgulamamızı istiyordu. Nihayetinde onunla birlikte hakikatin ve umudun, bu dünyadaki nimetlerin ve dehşetin bir sembolü olmak için orada bulunduğuma inanıyorum. Ve bundan memnunum.”

Bugün Emily, haftada bir gün oğullarına bakan Anne ve Bob ile aynı kasabada yaşıyor. Christina ve eşi de Teksas’tan ayrılıp yakınlara taşınmış.

Ailenin diğer üyeleri de yakında ama o anlamda değil. Anne’in oturma odasının bir köşesinde Norman’la birlikte satın aldığı bir büfe duruyor. Anne Vietnam’dan döndükten sonra oradakine benzer şekilde bu büfeyi bir aile sunağına çevirmiş. “İçinde Norman ve Ben’in, annemin, babamın ve dadımın fotoğrafları var; bir de benim için özel ve kutsal olan birkaç parça eşya.”

Anne, Vietnam’daki aile sunaklarından ve orada gerçekleştirilen ritüellerden çok etkilenmiş ve adeta büyülenmiş. “Fiziksel olarak artık aramızda değiller” diyor Anne, “ama manevi olarak bize sevgi, cesaret ve öğüt vermek için hala buradalar.”

[1] Norman’ın isminin Vietnam alfabesinde yazılışı.

Yayın Tarihi: 15 Ekim 2010

Kaynak: The Guardian

Çeviri: KARPUZ

Manşet Fotoğrafı: Twitter

Leave a Reply